google.com, pub-7066923862761279, DIRECT, f08c47fec0942fa0 antik mısır medeniyeti ve gizemleri

antik mısır medeniyeti ve gizemleri

osiris kültü, tufan, tanrı ra, antik mısır sırları, piramitlerin gizemi, atlantis, mısır kehanetleri...

AYDINLIK VE KARANLIK GÜÇLER

4 yorum :
Antik Mısır Sırlan'nı konu edindiğimiz bu kitabımızda Mısır'da yetişen inisiyelerden de örnekler vermek zaten ge­rekliydi ve biz de öyle yaptık. Ancak Mısır İnisiyeleri ile ilgili bir bölüm yapmamızın bir diğer nedeni de, bu inisiyatik bilgilerin dünya üzerinde ne denli zorluklarla karşılaşmış olduğunu bir kez daha sizlere hatırlatmak içindi...

Mısır'da yetişen inisiyeler kuşkusuz ki verdiğimiz bu üç örnekle kısıtlı değildir. Bu kişiler, sadece birer örnek olması bakmımından ele alınmalıdır... Bu birkaç örneğimizden de çok kolaylıkla anlaşılacağı gibi inisiyasyona ait bilgiler, Tufan sonrasında birtakım güçler tarafından her çağda büyük bir baskıya manız kalmıştır. Bu baskılar ilk olarak Mısır'daki İskenderiye Kitaplığı'nın yakılışı ve Mısırlı rahiplerin katledilmesi ile kendisini göstermiş, sonra da bu merkezlerde yetişen kişiler gittikleri ülkelerinde büyük baskılara maruz kalmışlardır. Yani ezoterik bilgiler. Demir Çağ'ın hemen her döneminde bilinen ve bilinmeyen karanlık güçlerce hep aşağılanmış, baskıya maruz bıra­kılmış hatta bunlarla da yetinilmeyerek, bu öğretileri savu­nanlar bizzat bu güçlerce acımasızca katledilmişlerdir. Bu ko­nuya özellikle dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Evet, şunu asla unutmayın: Ezoterik bilgi birikimi bir takım karanlık güçlerce hep yokedilmek ve bu bilgile­rin halka yansıması hep engellenmek istenmiştir. Bu yolda sadece inisiyeler, mürşitler, filozoflar, rahipler değil, paygamberler bile katledilebilıniştir.

Bu konu son derece önemlidir... Ve bu konu günümüzde de geçerlidir...

İlk kez Atlantis'teki "Bir'in Oğulları" ile "Belial'in Oğulları" arasında başlayan ve sonrasında bizim kıta­larımızda Agarta ve Şambala Rahipleri'nce sürdürülen aydınlık güçlerle karanlık güçlerin mücadelesi, Demir Çağ'da cina­yet ve katliamlarla kendisini göstermiştir.

İskenderiye Kitaplığının yakılışıyla bizim deveremizde et­kisini hissettirmeye başlayan "Karanlık Güçler"in baskıları Örfe, Fisagor, İsa Peygamber, Hallaç-ı Mansur gibi inisiyatik ve batnıi şahsiyetlerin katledilişleriyle doruk noktasına çık­mıştır. Çinliler tarafından katledilen Tibetli rahipler ise başlı başına bir kitap konusudur...

Canları pahasına da olsa, kanlarıyla inisiyasyonun bilge­liğini geleceğe taşımış olan tüm batini düşünür, filozof ve inisiyeleri burada saygıyla anıyoruz...

Eğer bugün batınilikten, ezoterik öğretilerden ve inisiya­tik sırlardan söz edebiliyorsak, onlar sayesindedir... Bu baskılar bugün de vardır, bundan sonra da olacaktır. Ta ki, gerçekler apaçık ortaya çıkıp uyanışın esintileri dünya­mızı sarana dek...

VARILACAK SON NOKTA: KIYAM ETMEKTİR...

Geleneksel sürünün içinde değil, dışında yaşamaya çalı­şan okurlarımıza sunduğumuz bu kitapla, apaçık bilgilerin or­taya çıkacağı günlere doğru bir adım daha atmış bulunuyoruz. Evet... Henüz apaçık bilgilerle konuşamıyoruz... Hâlâ sembollerin üstünü açmaya çalışıyoruz... Ama biliyoruz ki, bir gün perdesiz olarak gerçeklerle temas edebileceğiz. O günler uzak değildir!... Göreceksiniz, duyacaksınız... Başlangıçta vaadedilen o günlere doğru hızla yaklaşmaktayız. Gerçekler apaçık bir halde ortaya çıktığında "görünenin hiç de göründüğü gibi olmadığı" herkes tarafından anlaşıla­caktır.

Ancak apaçık gerçeklere bakabilmek için buna gözleri­mizi hazırlamamız gerekmektedir. Uzun bir süre karanlıklar içinde kalan bir göze aniden ışık verildiğinde nasıl bir sonuç­la karşılaşacağı ortadadır. İşte şu an yapılmaya çalışılan, ka­ranlıklar içinde yaşamaya alışmış gözlere perdelenmiş ışığı tutmaktan ibarettir.

Işığı perdesiz bir şekilde seyredebilecek yetkinliğe gelin­ceye kadar, dinler, felsefeler ve mitolojiler fonksiyonlarım sürdürmeye devam edeceklerdir. Işık perdesiz olarak ortaya çıktığında ise bu müesseselere artık ihtiyaç kalmayacağı için bütün bu müesseseler fonksiyonlarını bitireceklerdir. Gelece­ği söylenilen Altın Çağ'da dinler devrinin kapanacağının anlamı işte budur.

Bunu yüzyıllar öncesinden ifade edenler olmuştur. İslâm Dini içindeki önde gelen Batıniler'den Muhyiddin Arabi bu­nu tek bir cümleyle şöyle özetlemişti: "Arif için din yok­tur..."

Tüm bu sözlerin ne anlama geldiği apaçık bilgilerin orta­ya çıkmasıyla yakında çok daha iyi anlaşılacaktır. İşimize gel­se de gelmese de, varılacak en son nokta budur. Dinlerin son nokta olarak gösterdiği kıyam etmek de budur.

Uyanış!... Ama ne zaman?...

Söz konusu olan bu ezoterik bilgiye göre:

Dünya nüfusu 7 Milyar olduğunda içinde bulundu­ğumuz devrenin biterek, yeni bir devrenin başlaya­cağın söylenmektedir. Dünya nüfusunun artış oranı dikkate alındığında, bu rakkama 2010 - 2014 yılları arasında ulaşılması beklenmektedir. Bu birçok kehanet ve eski uygarlıklardan günümüze kalan ezoterik bilgilerle örtüşen bir tarihtir. Ayrıca bilindiği gibi 2012 Balık Burcu Çağı'nın sona erip. Kova Burcu Çağı'nın başlayacağı bir tarihtir.

Bu tarih başta Orta Amerika yerlileri olmak üzere birçok toplumun ezoterik bilgilerinde genel uyanış günlerinin yoğun olarak hissedileceği sürecin başlangıcı olarak da nitelendiril­mektedir.

Bunlardan hep daha önce söz etmiştik. Ancak işin ilginç yanı ruhlann sayılması ile ilgili Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda da söz edilmesidir. Evet, son derece manider bir şekilde Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda da ruhlann sayılmasıyla ilgili bir tema işlenmiştir

Sözlerimi Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda geçen bu konuyla ilgili bir satırla noktalamak istiyorum:



Ruhların sayıldığı gün...

Ruhlar niçin sayılsın diye düşündüğümüzde, buna klasik bir yaklaşımla, mantıklı bir cevap vermenin zorluğu ortadadır. Demek ki belli bir sayının tutup tutmadığının anlaşılması bur rada söz konusu edilmektedir. Bu sayıyla ilgili Ölüler Kitabı'nda net bir bilgi verilme­mektedir ama ruhların sayılacağından açıkça bahsedilmekte­dir. Bu da 7 Milyarla ilgili ezoterik bilgiyi daha ilginç kılmak­tadır.

EFLATUN (PLATON) DÖNEMİ - 1

1 yorum :
M.Ö. 427'de Atinada doğan Eflatun, gençliğinde Sokrat'ın öğrencisi oldu. Bir süre Delf'teki Apollon Mabedi'nde bulundu. Gençlerin kafasını karıştırdığı iddiasıyla ölüm cezasına çarptırılan Sokrat'ın ölümünden sonra "O'nun hakikati ifade edişindeki zorluğu şimdi daha iyi anladım" diyerek ülkesini terketti.

Bu süre içinde Anadolu'nun muhtelif yörelerinde bulu­nan filozof ve inisiyelerin derslerini izledi. Daha sonra Ana­dolu'dan Mısır'a geçti ve İsis İnisiyasyonu'na dahil olmayı başardı. Fakat bu inisiyasyonun son aşamasına kadar geleme­di. Zaten Mısır'da kaldığı süre dikkate alındığında ve bu süre Örfe ve Fisagor'la karşılaştırıldığında bunun böyle olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Mısır'dan ayrıldıktan sonra Güney İtalya'da küçük gruplar halinde faaliyetlerine devam eden Fisagorcularla irtibata girdi.

Ülkesini terkettikten sonraki tüm bu faaliyetlerinin top­lam süresi 12 yıldır. Ki bunun sadece belli bir bölümünün Mı­sır mabetlerinde geçtiği gözönüne alındığında, Mısır'daki eği­timinin ne kadar kısa sürdüğü hemen ortaya çıkmaktadır.

12 yıl sonra Yunanistan'a tekrar geri döndüğünde Akade­mi (Academia) ismiyle bilinen ünlü okulunu kurdu. Ünlü okulunu diyoruz çünkü gerçekten de bu kurmuş ol­duğu okulu, tam 900 yıldan fazla bir süre varlığını sürdürebil­miştir. Bu diğer okulların varlıklarıyla kıyaslandığında olduk­ça uzun bir süredir.

Edindiği ezoterik kültürün halka açıklanamayacak kısmı­nı "Elözis Misterleri" adı altında oluşturduğu inisiyatik okul­da, buna karşılık halka açıklanabilecek kısmını ise "Diyolog­lar" adı verilen yazdığı kitaplarla paylaşmıştır.

Yazdığı kitaplarda inisiyatik eğitimin önemini, semboller kullanarak anlatmaktan da geri kalmamıştır. Örneğin "Mağara'dan Çıkış Öyküsü" bunlardan bir tanesidir:

Hikayeleştirilmiş bir üslupla dile getirdiği öyküsünde, mağaranın girişine sırtı dönük duran ve zincire vurulmuş bir insandan sözetmektedir. Ve bu insanın gördükleri, mağaranın dışındakilerin mağaranın duvarına yansıyan gölgelerden ibarettir. Bu, dünyada kapalı şuurla yaşayan ve gerçeklerle tema­sa geçemeyen insanın sembolüdür. İlüzyondan kendisini kur­taramayan yani yanılgılar içinde bocalayan insanın tarifini bu şekilde yapmıştır. Buna karşılık hikayesinde bir başka insan­dan daha sözetmektedir. Bu insan zincirlerini kırmış ve mağa­ranın dışına çıkarak güneş ışığına kavuşabilmiştir.

Burada sözünü ettiği sembol ise, inisiye olmuş, uyanmış ve gerçeklerle yüzyüze gelebilmiş insanı tarif etmektedir. O, artık gölgeleri değil, eskiden gördüğü gölgelerin sahiplerini görmeye başlamıştır.

Eflatun "gölgeler" ve "gölgelerin sahipleri" sembolüyle, uyanmanın nasıl bir şey olduğunu burada çok güzel ifade etmiştir. Bu sembolik tasvir aynı zamanda uyuyan insanın da dünyayı nasıl algıladığını göstermesi bakımından bizlere güzel bir fikir vermektedir.

Bu sembol günümüze de ışık tutması bakımından önemli­dir. Şu anda gerçekten de insanlık ailesi olarak büyük bir ço­ğunlukla bu şekilde yaşamaktayız. İşin ilginç tarafı, aynen Eflatun'un söylemiş olduğu gibi, gördüğümüz gölgelerin göl­geler olduğunu dahi anlayamıyoruz. Bu tüm algılayışımızı et­kiliyor. Kendimizi, çevremizi, dünyayı, evreni kısacası tüm varoluşu hep gölgeleri takip ederek algılamaya çalışıyoruz.

Bu dinsel inançlarımızda da kendisini gösterdiği için biz­ler yine büyük bir çoğunluk olarak dinleri de asıl sahipleriyle değil, onların yeryüzüne vuran gölgeleriyle tanımlamaya ve anlamaya çalışıyoruz. Durum böyle olunca, dinler de bizler için gölge dinler olmaktan öteye gidemiyor.

Neyse... Biz şimdilik bugünü bırakalım ve geçmişe geri dönelim...

Narsis Mitosu

Etlatun halka açık öğretisinde bunları söylerken kendi okulunda öğrencilerine insanın kökeni ile ilgili önemli bilgi­ler aktarmaktaydı. İnsanın kökeniyle ilgili anlattıklarından bir kısmı daha sonraları Yunan Mitolojisi'ne girmiş olan Narsis Mitosu'dur.

Bu mitos uykuda olan insanın uyanması için ihtiyacı olan gücü kendi içinde barındırdığını anlatması bakımından önem­lidir. Ama ne ilginçtir ki, bu mitos da uykuda olan insanlarca anlaşılamadığı için, bu mitosta geçen Narsis'in egoist insanın sembolü olduğu zannedilmiştir!...

Kahin Tiresias, Narsis'in ana babasına, onun kendi kendisini görmediği müddetçe uzun yıllar yaşayaca­ğını bildirmişti. Efsane bize onun harikulade bir ya­kışıklılıkta olduğun söyler.

Korularda dolaştığı bir gün, su birikintisine dökülen bir kaynağın yanı başına geldi. Su birikintisine doğru eğildi ve suda kendi yüzünü gördü. Yansıyan bu çehreye hemen oracıkta aşık oldu. Kendsini bu seyirden bir türlü ayıramadı . Giderek hissisleşti, ha­reket edemez bir hale girdi. Sonunda bulunduğu yerde kök salarak kendi ismini taşıyan Nergis çiçe­ğine dönüştü.

Narsis'in kendisine aşık olması, kendisini beğendiği an­lamına gelmemektedir. Burada fizik değil, fizik ötesi bir durum söz konusuydu... Efsanede Narsis bu olayı bir su bi­rikintisinde yaşamıştı. Buraya dikkatlerinizi çekmek istiyo­rum: Suya bakmak daha doğrusu suya konsantre olmak duru-görü yeteneğini harekete geçirmek için kullanılan yöntemler­den biridir. Bu, çok eskiden beri uygulanan bir tekniktir. Konsantrasyon araçlarından biri olan suya bakarak kehanette bulunmak, hemen hemen bütün toplumların geleneksel bilgi­lerinde mevcuttur. Günümüzde hâlâ görücü medyumların bir kısmı, durugörü yeteneğini harekete geçirebilmek için bir bar­dağın ya da bir tasın içindeki suya bakarlar.

Narsis'in üzerine eğilip baktığı su birikintisi de onun du­rugörü yeteneğini harekete geçirmişti... Suda gördüğü kendi yüzü değil, kalpteki Tanrı Diyonizos'un çehresiydi. Efsanede olduğu yerde hareketsiz kaldığının söylenmesi, durugörü ye­teneğinin devreye girdiği andaki yoğun konsantrasyonunu ifade eder.

1 | 2 | 3 | 4

EFLATUN (PLATON) DÖNEMİ - 2

Hiç yorum yok :
Yaşadığı büyük cezbe ve aşk, gördüğü mükemmelliyeti ifade eder. Görmüş olduğu Diyonizos ise, kendi ilâhi benliğinden başkası değildi. Böylelikle en büyük sırrın kendi için­de saklı olduğunu farketmişti... O andan itibaren büyük bir değişim içine girdiğini, yine efsanede anlatılan çiçeğe dönüş­me motifinden anlamaktayız.

Diyonizos Sırları'nın altında yatan gerçek de işte bu efsa­nede aktarılan gizli bilgiye dayanmaktadır. Orfe'nin ve daha sonra da Fisagor'un peşinde koştuğu ana bilgi işte buydu: Kalplerde gizlenmiş olan Diyonizos'u uyandırmak...

Yunan Mitolojisi'ne Eflatun vasıtasıyla girmiş olan Narsis Efsanesi'nin perde arkasında işte böyle bir ezoterik bilgi vardır. Yunan Mitolojisi'nde kalpte uyuyan Tanrı Diyonizos'un Mısır Mitolojisi'ndeki karşılığı Horus'tur. Yunan'da Diyonizos, Mısır'da ise Horus sembolleri, insanın içindeki ilâhi gücün ve insanın ilâhi bir kökene sahip olduğunun mito­lojik anlatımlarıdır. Yani İnisiyasyonda ortaya çıkartılması he­deflenen insanın içindeki ilâhi gücün mitolojilerdeki yansımalandır.

Bu sırrın İslâm Felsefesi'nde de dile getirilmiş olduğunu yurtdışındaki bazı yazarlar da farketmişlerdir. Örneğin, ünlü ezoterizm araştırmacısı Frithjof Schuon kalpteki Tanrı sembo­lünün İslâm Felsefesi içinde de bulunduğunu şu sözlerle dile getirmiştir:

"Yere, göğe sığmam da, mümin kulumun kalbine sığarım" şeklindeki Hadis-i Kutsi işte bu husus dile getirmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de de "Biz size şah damarınızdan da ya­kınız" ayetiyle bu konuya yer verilmiştir.

Eflatun'un Felsefesi

Eflatun kendisinden sonraki birçok felsefi akıma yön ver­diği için Eflatun'un inisiyatik öğretisine ait bilgiler çoğunluk­la "Eflatun Felsefesi" adı altında değerlendirilmiştir. Ancak bu bilgilerin halka açık olan bölümle ilgili bilgiler olduğunu göz önünde tutmak gerekir. Halka açıklanabilecek bilgileri ele aldığı kitaplarının büyük bir bölümü günümüzde çeşitli dillere çevrilerek yayınlanmış durumdadır.

Eflatun ruhun tekrar bedenlenmesi ve ruhsal tekamül ko­nularına "Le Banquet" ve "Fedon" isimli yapıtlarında yer vermiştir.

İnsanın Dünya'ya doğuşu ile ilgili felsefi yorumunu bir benzetmeyle şöyle anlatmıştır: "İnsanın Dünya'ya gelişi, dalganın kıyıya vurması gibidir. Gelir ve geri döner."

Atlantis hakkında ilk kez bir kitap yazan kişi olarak da Eflatun tarihe geçmiştir. Mısır'da öğrendiği ve o dönem için bir sır olarak sakla­nan bu konu hakkında ilk kez bir inisiye bu kadar açık bilgi­ler vermiştir.

Ancak tüm araştırmacıların üzerinde birleştiği gibi Atlan­tis hakkındaki bu anlattıkları, Mısır'da kendisinin öğrenmesi­ne izin verilen kadarıyla kısıtlıdır. Büyük bir ihtimalle Efla­tun'un bazı sırları açıklayabileceği kaygısıyla daha fazla bilgi kendisine verilmemiş olabilir. Eğer bu konuda daha ayrıntılı bilgi kendisine verilmişse de, o dış halkaya açıklanmasında sakınca olmayan kısmını açıklamıştır.

Ancak birçok araştırmacı, Eflatun'un Mısır İnisiyasyonu'nun sonuna kadar gelemediği için bu konuda da birçok sır­rın kendisinden Mısırlı rahiplerce saklanmış olabileceği ihtimali üzerinde birleşmişlerdir. Bizim de kanımızca sadece bu konuyla ilgili değil, daha pekçok sır kendisine açıklanmamış­tır. Edindiği bilgilerin büyük bir bölümünü Fisagorculardan aldığını tahmin etmekteyiz. Zaten Fisagorcular'dan en fazla etkilenen filozofların başında Eflatun'un sayılması da bunun bir göstergesidir.

Tabii şunu da vurgulamak gerekir ki, bir bilginin nereden edinildiğinin hiç bir önemi yoktur. Yeter ki, o bilgiye ulaşıla­bilmiş olsun. İster Mısırlı rahiplerden, ister Fisagorcu­lar'dan...

Eflatun'un dünya üzerinde en çok okunan kitabı "Dev­let" olmuştur. Fisagor'la ilgili bölümümüzde de söylemiş ol­duğumuz gibi, bu konuyla ilgili bilgilerini de Eflatun Fisa­gorcular'dan almış ve bunu kendi tarzında yeniden yorumla­mıştır. Ama bu meselenin özü öncelikle Mısır'a ve sonra da sı­rasıyla Orfe ve Fisagor'a kadar uzanır.

"Devlet" isimli kitabının ana konusu, dünya üzerinde uy­gulanabilecek ideal yönetim biçimiyle ilgilidir Bu yönetim biçiminin temeli, devleti ve vatandaşları yönetecek kişilerin mutlak surette inisiyatik bilgilere sahip olması gerektiği fikri­ne dayanır.

Bunu için de genç kızların ve genç erkeklerin küçük yaş­tan itibaren devlet tarafından iyi bir eğitimden geçirildikten sonra, bunlar arasında başarılı olanların seçilip ezoterik öğre­tiyle donatılması gerektiğini ayrıntılarıyla anlattıktan sonra, bu yetişen kişiler arasından yöneticilerin seçilmesi gerektiğini açıklar.

Eflatun bu konuda ilginç bir fikre daha sahiptir. Bu fikri yönetici sınıfın ülke yönetiminde bir rant elde etmesini önlemeye yöneliktir. Bu yöneticilerin kesinlikle özel toprak­ları, kendisine ait evleri ve altınlarının olmaması gerektiğini. sadece geçinebilecekleri kadar sabit bir maaşın bu kişilere bağlanması gerektiğini söyler. Bu konuda o kadar ince düşün­müştür ki, bu kişilerin kendi çoluk çocuğuna bir ayrıcalık sağlayabilme ihtimaline karşı, üst düzey yöneticilerin müm­künse evli olmayanlar arasından seçilmesinin daha da iyi so­nuçlar getireceğini de ileri sürer.

Adalet ve fırsat eşitliği konusunda hayli titiz davranan Eflatun, bu özelliğini bu konuda da son derece radikal bir şe­kilde ortaya koymuştur.

1 | 2 | 3 | 4

EFLATUN (PLATON) DÖNEMİ - 3

1 yorum :
Elözis Mabedi

Yunanistandaki Elözis Mabedi ilk olarak Mısır'da inisiye edilmiş bir grup rahip tarafından kurulmuştu. Nasıl ki Delf Mabedi de aradan geçen yıllarla eski gücünü belli bir süre sonra yitirmiş ve eski gücüne Fisagor vasıtasıyla kavuşabildiyse, benzer bir süreç de Elözis Mabedi'nde yaşanmıştı. Fisagor'un Delf te yaptığını, Eflatun da Elözis'te yapmış ve Elözis Mabedi'nin yeniden canlanmasını sağ­lamıştır.

Delf Mabedi'yle Elözis Mabetleri arasında inisiyatik bir fark vardı. Bu konuyla ilgili dünya üzerinde yayınlanmış han­gi kitabı açarsanız açın Delf Mabedi'nin "Eril", Elözis Mabe­di ise "Dişil" inisiyasyonun uygulandığı mabetler olduğunun yazılmış olduğunu görürsünüz. Bu nedemektir? Bunun ceva­bı yine Mısır İnisiyasyonlan'nda gizlidir.

Mısır'da hem dişil hem de eril inisiyasyon bir arada uy­gulanmaktaydı. Dişil olarak tanımlanan inisiyasyon genel Mı­sır İnisiyasyonu'nun birinci bölümünü, eril inisiyasyon ise ikinci ve son bölümünü ifade etmekteydi.

İsis ile sembolleştirilen inisiyasyon biçimi dişil inisiyasyona, Osiris'le sembolleştirilen inisiyasyon ise eril inisiyasyona karşılık gelmekteydi. Bu inisiyasyonlardan ge­çen rahiplerin İsis rahibi ya da Osiris rahibi olarak isimlendirilmelerinin nedeni buydu.

Tam bir inisiyasyondan geçmek bu her iki aşamayı da ta­mamlamakla mümkün olsa da, bunlardan sadece İsis İnisiyasyonu'nu geçtikten sonra Eflatun'da olduğu gibi Osiris İnisiyasyonu'nu tamamlamamış olan çok sayıda inisiye olmuş­tur.

Delf Mabedi başından beri eril inisiyasyonun merkezi ol­duğu için kendisi de bir Osiris rahibi olan Fisagor'un nasıl Delf Mabedi'ne gitmesi son derece bu işin doğası gereği idiy­se, bir İsis rahibi olan Eflatun'un da dişil inisiyasyona bağlı bir mabet olarak kurulmuş olan Elözis Mabedi'ne gitmesi o kadar doğaldı.

Delf'te Apollon Kültü adı altında oluşturulan inisiyatik çalışmalara karşılık Elözis'te Demeter Kültü olarak isimlen­dirilen bir inisiyasyon merkezi oluşturulmuştu. Bu gelenek Eflatun tarafından da sürdürülmüştür.

Eflatun'un Gizli İnisiyasyonu: Elözis Sırları

Elözis rahipleri tarafından daima, Mısır kökenli olan İsis İnisiyasyonu'nun ezoterik bilgileri burada öğretilmekteydi ama bu sırlar, Eflatun ve diğer Yunanlı rahiplerce şairane ve insanda hayranlık uyandıracak mitolojik motiflere büründürülerek, mabettekilere açık dış halkaya ise kapalı bir tarzda ak­tarılmıştı.

Oluşturulan mitolojik metinlerin altında hep Mısır'a özgü sırları görmek mümkündür. Bu metinlerin ana konusu, ruhun öyküsüyle ilgilidir. Yani onun süptil (ince) alemden süfli (ka­ba) aleme inişinin burada ıstırap çekişinin ve sonra yeniden yükselerek yukarılara tırmanışının ve nihayet İlâhi Yaşam'a yeniden kavuşmasının sembolize edilmesiydi. Başka bir de­yişle ruhun düşüş ve tekrar kurtuluş draranını Helenvari bir edayla gözler önüne serilişiydi.

Bir anlamda softlaştnılmış diyebileceğimiz öğretinin ge­neline baktığımızda, yaşamın temelde kefaret ödeme ya da sı­nanma olgusu olarak tanımlandığnıı görürüz. Bu anlayışa gö­re yaşam insana verilen bir armağandır. Çünkü sınanması için bir araç ve bunun sonunda elde edeceği ruhsal yükselişle te­kamülünü sürdürmesine bir olanak sağlanmış olunmaktadır. Kendisine armağan olarak verilmiş olan bu yaşamın öncesin­de ve sonrasında, insan, ilâhi bir geçmiş ile ilâhi bir geleceğin sonsuz imkanlarını keşfetmekteydi.

Küçük Sırlar'dan Büyük Sırlara Geçiş

Elözis'te de inisiyasyonun birinci aşamasından ikinci aşamasına geçiş, tıpkı diğer inisiyasyonlarda olduğu gibi özel ayin ve ritüeller eşliğinde gerçekleştirilmekteydi. Bu ritüeller aynı zamanda psişik tecrübelerin ve ruhsal irtibatların ınisiye adayına yaşatıldığı özel günlerdi.

Mabede kabul edildikleri günden itibaren arınma çalış­malarıyla günlerini geçiren inisiye adaylarına artık inisiyasyo­nun birinci derecesine ait sırların açıklanacağı bu özel gün gel­diğinde bu hakkı elde edebilen öğrenciler mabedin avlusuna getirilirdi. Ve ardından bir rahip gelerek kendilerine kısa bir açıkla­mada bulunurdu. Bu aynı zamanda, bundan sonra olacakların da kısa bir özeti niteliğindeydi:

Ey sırların müritleri, şu anda eşiğin önünde bulunuyorsunuz. Az sonra görecekleriniz sizi şaşkınlığa uğratacak, işte o an, içinde yaşamakta olduğunuz hayatın yalancı ve muğlâk hayallerden ibaret bir dokuma olduğunu anlayacaksınız.

1 | 2 | 3 | 4

EFLATUN (PLATON) DÖNEMİ - 4

Hiç yorum yok :
Sizi bir zulmet alanı gibi sarıp sarmalamakta olan uyku, rüyala­rınızı da günlerinizide alıp götürmektedir. Tıpkı gözden dalga dalga kaybolup giden kalıntılar gibi.. Fakat ötelerde ebedi ışık mekânı yayılıp gitmektedir. Persefon yardımcınız olsun ve zul­met nehrini geçip Semavi Demeter'e nasıl ulaşılacağını size öğ­retsin.

Mabede yeni kabul edilmiş adaylar da bu törene alınır fa­kat bu ayini sadece bir tiyatro gibi dışarıdan izlemelerine müsade edilirdi.

Ayine katılan rahipler yarım daire oluşturmuş bir şekilde küçük sırların açıklanacağı inisıye adaylarının çevresini kuşat­maktaydılar. Bu grubun içinde bulunan mabedin kabinesi bir adım öne çıkarak son bir ikazda bulunurdu. Bu aynı zamanda töreni izlemekte olan yeni adaylara da bir uyarı anlamı taşı­maktaydı:

Az sonra mabedimizin küçük sırları sizlere açıklanacak. Fakat sırlara saygısızlık etmek için gelmiş olanların vay haline!... Mabedemizin koruyucu Tanrıçası onları tüm yaşamları boyunca iz­leyecek ve avını karanlıklar aleminde de elinden kaçırmayacaktır!...

Mabede yeni katılanların izledikleri bununla kısıtlıydı.. Çünkü bundan sonra yaşanacakları görmelerine izin verilme­mekteydi. Ayinin bundan sonraki bölümüne, bir yıl süren ça­lışmalardan sonra hak edebilenler şahit olabilmekteydi. Küçük Sırlar'ın açıklanacağı grup avludan alınıp, mabe­din içinde ayinin düzenleneceği salona getirilirken, avluda kalanlara, içeride yaşananların temsili olarak canlandırıldığı bir tiyatro seyrettirilmekteydi.

İçeride ruhsal irtibata dayalı ritüel gerçekleştirilirken dı­şarıda kalan mabedin çömez adaylan, rahipler tarafından sah­neye konulan bu tiyatroyu izleyerek içeride olanlar hakknıda bir bilgi sahibi olabiliyorlardı.

Bu tiyatro oyunundaki Tanrı ve Tanrıçalar'la konuşma sahnelerinin gerçeği, içeride ruhsal irtibatla gerçekleştirilen çalışmalara karşılık gelmekteydi. Dış halkaya seyrettirilen ti­yatronun ana temasını, öz bakımından mükemmel bir yapıya sahip olan ruhun, dünyaya doğduktan sonra girdiği şuursuz halinin sembolik bir tasviri oluşturmaktaydı.

Tiyatro, Hermes rolüne bürünmüş rahibin şu sözleriyle noktalanıyordu:

— Şuuru kararmı ş durumda bulunan ey yeni mürit­ler... Seyretmiş olduğunuz bu öykü sizin öykünüzdür . Şu sözü aklımzdan hiç çıkartmayın ve üzerin­de; derin derin düşünün:

Bedenleniş olgusu, hayatlar varlıkları ölüler haline dönüştüren feci bir yıkımdır. Bir zamanlar siz gerçek hayatı yaşamıştınız. Ama sonra, esrarlı bir cazibeye kapılıp yerküresel uçurumun içi­ne düştünüz ve bedenin esareti altına girdiniz. Şu anda içinde bulunduğunuz haliniz mukadder bir rüyadan başka bir şey değil­dir. Gerçek anlamda sadece geçmiş ve gelecek mevcuttur. Ken­dinizi hatırlamaya ve yarınlarınızı görmeye gayret ediniz.

İçerdekilere bizzat yaşatılarak, dışardakilere ise bir tiyat­ro sahnesinde izlettirilerek gösterilen "Küçük Sırlar" bu şe­kilde rahip adaylarına aktarılmış oluyordu. Bu ayinsel tören her yıl düzenleniyordu. Buna karşılık Büyük Sırlar kutlamaları ise beş yılda bir yapılmaktaydı. Buradan da Küçük Sırlar aşamasının bir, Büyük Sırlar aşamasının ise dört yıl sürdüğü­nü anlıyoruz.

Toplam beş yılllık bir eğitimin ardından düzenlenen Bü­yük Sırlar kutlamaları tam dokuz gün sürmekteydi. Tören, oluşturulan kortejin Atina ile Elözis arasında bu­lunan çeşitli yerleşim birimlerini dolaşmasıyla başlardı. Ken­di yerleşim birimlerinden geçen korteji halk, büyük bir sev­giyle ellerinde meşalelerle karşılardı.

Sekizinci günün sonunda Elözis mabedine geri dönen kortejdeki Büyük Sırlar aşamasını bitirecek olan rahiplere bi­rer asa ve içinde sırların anahtarı bulunduğu söylenilen mü­hürlenmiş bir sepet hediye edilirdi. Fakat bu sepetin mührünü inisiyasyonun üçüncü aşamasını bitirinceye kadar inisiye adaylarının açmasına izin verilmezdi.

Fisagor Okulu'nun ikinci aşaması ile birlikte inisiye adaylarının parapsişik yeteneklerinde önemli gelişmeler olur­du. Durugörü, astral seyahat gibi fenomenleri rahatlıkla gerçekleştirebilen inisiye adaylarından asıl beklenen, ilham al­maya başlamasıydı. Yani kendi başına üst ruhsal planlardan ve kendi serbest şuurundan bilgi çekip bunu aktarabilecek duruma gelmesi hedeflenmekteydi.

İnisiye adayının üst planlarla bu teması başladığında, öğ­rencide birtakım değişiklikler meydana gelirdi ki, bu değişim inisiyatörlerince derhal farkedilirdi. Bu, inisiye adayının, adaylıktan gerçek bir inisiye safhasına geçmiş olduğunun göstergesiydi. Artık o da inisiyatörleri gibi, o büyük zincirin bir halkası olmuş demekti. Eflatun bu aşamayı mağaradan çıkış olarak sembolize etmiştir.

Kuşkusuz ki, diğer inisiyasyonlarda olduğu gibi Eflatun'un Öğretisi de hayli zorlu bir yolda yürünmekle anlaşılabilmekte ve sırlara ancak bu zorluklara katlanabilenler ulaşa­bilmekteydi. Zaten Eflatun da bizzat bu zorluğu kendisi şöyle dile getirmişti:

Dünyada yaşarken ıstırap insanlara merhameti öğretir. Burada karşılaşacağınız zorluklar ise, size sırlar bilgisini öğretecektir. İşte bu nedenle, Eflatun'un rahipleri "Işığa kavuşabil­mek için karanlığa meydan okumak gerekir'' diyordu.

1 | 2 | 3 | 4

FİSAGOR DÖNEMİ - 1

Hiç yorum yok :
Orfe'nin ölümünden sonra, kendilerini gizlemeyi başarmış olan eski dejenere edilmiş Baküs Dini yanlıları ortaya çıktılar. Ve büyük bir kampanya başlattılar. Amaçlan Orfe'nin Ezoterik Öğretisi'nin izlerini halkın inanaçlarından silip atmaktı.

Bu uzun yıllar süren son derece kapsamlı ve örgütlü bir faaliyetti. Orfe karşıtlarının bu sistemli çalışmaları sonunda öyle bir başarıya ulaştı ki, Orfe ismi bile masalımsı bir varlı­ğın ismi haline getirildi. Günümüz Klasik Yunan Kültürü araştırmacıları bile, Orfe'nin gerçekte yaşayıp yaşamadığı ko­nusunda emin olamamaktadırlar.

Orfe'den sonra Delf Mabedi kendi sınırları içinde varlığı­nı son derece kısıtlı bir ortamda sürdürdü. Orfe'nin rahipleri tamamen kendi içine kapanmış ve kısıtlı sayıda kişiye eğitim vermeye başlamışlardı.

İşte bu mabette eğitilenlerden biri de, Orfe'den ikiyüzyıl sonra doğan Fisagor'du...

Fisagor'un doğumuyla ilgili bir kehanet

Fisagor, Anadolu topraklarının hemen yanı başında bulu­nan Sisam Adası'nda yaşayan zengin bir yüzük satıcısı ile Partenis isimli bir kadının oğluydu. Bir seyahatleri sırasında genç çift Delf Mabedi'ni ziyaret ettiklerinde, mabedin Piti'si yanlarına gelerek şunları söylemişti:

- ''Tüm zamanlarda, tüm insanlara hayrı dokunacak olan bir oğlunuz olacak..."

Delf mabedinde Apollon adına kehanette bulunan kahinenin bu sözleri genç çifti çok etkilemişti. Eğer birgün kabinenin söylediği gibi bir oğulları olursa onu Apollon'un nuruna adamaya söz verdiler.

Fisagor, M.Ö. 570'de Dünya'ya geldi... İlk derslerini Tales ve Anaksimandres'ten aldı. Daha sonra Delf Mabedi'nde eğtitilmiş ve Ezoterik Öğretiler dünyasına asıl önemli adımını burada atmıştı. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra, bir zamanlar Örfe taralından Delf'te yaşatılan bu öğretinin ana kaynağını öğrenmeye karar vererek Mısır'a gitmiştir.

Mısır'da Örfe gibi önce Isis İnisiyasyonu'ndan geçti. Da­ha sonra Orfe'den farklı olarak Osiris İnisiyasyonu'na dahil oldu. 23 yıl boyunca Teb ve Menfis kentlerindeki Mısır ma­betlerinde kaldı.

Msagor Mısır'a gidip de ilk kez Mısır mabedinin kapısını çaldığında rahipler onu hiç de istekli karşılamamışlardı. Çün­kü Yunan'dan gelenleri biraz hafif ve sebatkârsız bir tutum içinde getirmekteydiler Yunan'dan gelip de inisiyasyonu başarıyla bitirenlerin .sayısı oldukça azdı. Bu nedenle Yunan'dan gelen adayları mabede kabul etmeden önce, diğerlerine oran­la daha katı sınavlardan geçirmekteydiler. Fisagor'a da öyle yaptılar.

Fisagor'u caydırmak için ne gerekiyorsa her yolu denedi­ler... Adeta kılı kırk yardılar... Fakat önlerine gelen bu inisiye adayının pes etmeye hiç de niyeti yoktu... Önüne konan her türlü güçlüğe ve her türlü sınava sarsılmaz bir sabır ve cesareetle katlanabilmişti.

Sonu ölümle dahi noktalanabilecek sınavlardan birinden başarıyla çıkan Fisagor'a bir rahip "hiç korkmadın mı" diye sorduğunda, aldığı cevap rahibi de derinden etkilemişti.

- "Asıl hayatn Öte Alem'deki hayat olduğunu bilenler için bu dünyada ölmenin ne anlamı olabilir ki!..."

Sonunda mabede girmeyi başaran Fisagor, kısa sürede Mısırlı rahiplerin güvenini tam anlamıyla kazanmayı başardı. İsis İnisiyasyonu'ndan sonra kendisini Osiris İnisiyasyonu'na da kabul eden rahipler 23 yıl boyunca kendilerine ait tüm sırları Fisagor'la paylaştılar. Daha sonra Sayılar Bilimi adı altın­da kendi okulunda aktaracağı sırların kaynağını yani "Evren­sel Prensipler Bilimin" i hep bu rahiplerden öğrenmişti.

Yıllarca süren eğitimi sırasında kendisine majik çalışma­larla ilgili de son derece kapsamlı bilgiler de aktarılmıştı. Bu­rada tüm inceliğini öğrendiği majik çalışmalarla ilgili olarak Fisagor Mısırlı rahiplerin kendisine söylediği bir sözü daha sonra şu şekilde aktarmıştır;

Sayılar bilimi ve iradeyi konsantre ederek arzu edilen istikamet­te kullanma sanatı, majinin iki temel anahtarıdır. Fisagor, Mısır İnisiyasyonu'nun son aşamasına kadar ge­lebilmeyi başaran ender inisiyelerden biri olmuştu. Eğitimi tamamlanmış ve artık o da mabedin Osiris rahiplerinden biri haline gelmişti. Kendisine, gelmiş olduğu ülkesine dönerek kendi okulunu kurma izni de verilmişti ama bu bir süreliğine gerçekleşemeyecekti. Çünkü tam bu sırada Mısır işgal ordu­larının zulmüyle tanıştı. Bu Mısır'ın talan edilmeye başladığı ilk işgaldi.

Mısır'dan Babil'e zorunlu seyahat

Babilliler Mısır'ı işgal etmekle kalmamışlar bu işgali tam bir katliama dönüştürmüşlerdi. Teb ve Menfis'teki mabetler de bu talandan nasibini almışlar ve çok sayıdaki rahip Babillilerce tutsak alınmıştı.

Tutsak alman çok sayıdaki rahip Babile esir olarak götü­rüldüğünde, bunlar arasında Fisagor da vardı. O dönemlerde Babil, karanlığm ve dejenerasyonun hüküm sürdüğü bir mer­kez konumundaydı. Nitekim Mısır'ın işgal edilişinin bir katliama dönüşmesi de bunun bir kanıtıydı.

Fisagor diğer mısırlı rahiplerle birlikte tam 12 yıl Babil'de gözaltında tutulmuştu. Ve bu süre içinde Babil'den çı­kışına izin verilmemişti. Gözaltında geçen yıllar ,Fisagor'a dünya üzerindeki inisiyatik geleneklerin büyük bir bölümünü ve dinler tarihini araştırma imkânı da sunmuştu.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

FİSAGOR DÖNEMİ - 3

Hiç yorum yok :
Kuşkusuz ki bu ezoterik sembolün açılımı kendisinden beklenmemekteydi. Ondan beklenen aslında çok daha başka bir şeydi. Fakat aday bunun farkında değildi. Saatlerce tek başına kalıp bu sembol hakkında pek de bir şey tablete yazamamış olan aday, sınavı kaybettiğini düşün­düğü bir sırada odanın kapısı açılır ve yüzü asık bir rahip gele­rek, onu mabette eğitimleri süren inisiye adaylarının bulundu­ğu bir salona alırdı. Sembolü çözememenin verdiği mah­cubiyet ve smavı kaybetmiş olmanın verdiği sıkıntısı içinde çevresindekilere bakan adayı aslında asıl sınav beklemekteydi. Sembolü zaten çözemeyeceği bilinmekteydi. Bu sadece şimdi karşılaşacağı sınav için bir senaryodan iba­retti.

Onu şimdi "tahriklere rağmen kendisine hakim olabil­me" sınavı beklemekteydi. Mabetteki eğitimleri henüz daha yeni başlamış olan bu grup, kasıtlı olarak böbürlenmekte ve adayı aşağılamaya baş­lamaktaydılar:

- "Haydi buyrun bakalım, yeni bir filozof gelmiş!... Yü­zünde ne kadar da ilham ehli ifadesi var!... Şimdi bize oniki saat boyunca uğraşıp çözdüğü sembolü anlatacak. Dinleye­lim bakalım... Oniki saat aç kaldı bu sembolü çözdü. Bir ay aç kalsa her halde bütün sembolleri bir bir bize anlatır!..."

Tıpkı daha önce kendilerine yapıldığı gibi adayı ellerinden geldiğince küçük düşürmeye çalışırlardı. Amaç, kendisiyle alay edilmesine adayın nasıl tepkiler vereceğini gözlemekti. Çünkü bu ''tahriklere rağmen kendisine hakim olabilme" sınavıydı.

Tüm bunlar olup biterken, Fisagor gizli bir köşeden deli­kanlının davranışlarını ve özellikle de fizyonomisini derin bir dikkatle gözlemlemekteydi.

Nice aday burada kendisine hakim olamamış, kimi öfke­lenmiş, kimi ise ağlamaya başlamıştı... Hatta aralarında elle­rindeki tahtayı kırarak mabede küfür edenler bile çıkmıştır. Kendisine hakim olamayanlar, hiç bir açıklama yapılmadan ve bunun bir sınav olduğu bile söylenmeden derhal mabetten dışarıya çıkartılırdı.

Bunun bir sınav olduğunu anlayamayan bazıları öylesine hiddete kapılmışlardır ki, bunlar daha sonra Fisagor Okulu'nun can düşmanı bile kesilmişlerdir. Halkı Fisagorcular'a karşı kışkırtıp okulun felaketini hazırlamış olan Silon isimli kişi de bunlardan biriydi. Bu konuya az sonra döneceğiz...

Hazırlık Aşaması: ÇÖMEZLİK

Bu sınavlardan geçebilenler, inisiyasyonun ikiyle beş yıl arasında bir süre boyunca devam edecek olan hazırlık aşama­sına kabul edilirdi. Bu aşamanın ne kadar süreceği adayın ni­teliğine bağlıydı. Ancak ne kadar yüksek performans göster­se de aday iki yıldan önce bu aşamadan, bir üst aşamaya ge­çirilmezdi. Beş yıl boyunca istenilen aşamaya gelemeyenler için ise her şey sona erer ve daha fazla bu aday üzerinde uğraşılmaz ve başarısız kabul edilerek eğitimine son verilirdi.

Fisagor İnisiyasyonu'nda bu aşamaya "Dinleyenler Ada­ması" adı verilmekteydi. Bu aşamada eğitimine devam edi­lenlere de "çömezler" anlamına gelen "noviceler" denmekteydi.

Öğrenciler dahil olduğu bu aşamada kendisine verilen dersleri hiç bir yorum yapmadan ve hiç bir şey sormadan sa­dece dinlemekle yetinmek zorundaydılar. Öğrenciden beklenen, kendisine sunulan bilgileri aynen kabul edip, bunlar üze­rine uzun uzun düşünmesiydi.

Bu süre içinde öğrenciye sadece ders anatılmaz aynı za­manda onun sezgi kapılarını açıcı yoğun enerjiler kendilerine farkettirilmeden rahipler tarafından yansıtılırdı. Fisagor, mabette derslere katılan öğrencilere bu aşamada yoğun ezoterik bilgilerin aktarılmasna gerek olmadığını düşünürdü. Dış halkaya açıklanması istenmeyen ezoterik bilgi­ler bu aşamada adaya açıklanmazdı. Böyle olmasına rağmen kendisine aktarılan sınırlı bilgileri ne denli saklı tutup tutmadığı ve bunları gelişi güzel arka­daşlarıyla gevezelik edercesine konuşup konuşmadığına da dikkat edilirdi.

İnisiyasyonun hazırlık aşamasında bulunanların topluca eğitim gördükleri sınıflarında bir parmağını "sus" anlamına gelecek şekilde, kendi ağzının üzerine koymuş bir kadın hey­keli bulunmaktaydı. Bu kadın Mısır'daki İsis heykelinden başkası değildi...

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

FİSAGOR DÖNEMİ - 2

Hiç yorum yok :
Dinlerin geçmişi, kıtaların ve ırkların tarihi konularında nice sırlar edinmişti. Birbirlerinden belirli oranlarda farklılık­lar gösteren dinler arasında sağlıklı mukayeseler yapabilir du­ruma gelmişti. Tüm dinlerin farklı sosyal ihtiyaçlar için fark­lı görünümlere bürünmüş, tek bir hakikatin ışınlarından başka şeyler olmadıklarını aıtık apaçık şekilde bilmekteydi.

Tüm bu dini sistemlerin anahtarlarının Mısır Mabetleri'nde kendisine aktarılan "Ez.oterik Sırlar"ın içinde gizlen­miş olduklarını şimdi açık bir şekilde görüyordu. Mısır mabetlerinde edindiği majik yeteneklerini de bura­da geliştirme imkanı bulmuştu. Bu konuda özellikle eski Zer­düşt rahiplerinden çok yararlanmıştı. Majik uygulamalar konusunda eski Zerdüşt Geleneği'ne bağlı rahipler oldukça ileri düzeyde pratik uygulamalar yapa­bilmekteydiler.

Bu rahipler astral enerjileri belirli bir yere yönlendirme konusunda gerçekten çok başarılıydılar. Ayrıca yerküreye ait manyetik akımlardan yararlanarak da, başta telekinetik uygu­lamalar olmak üzere birçok mucizevi diye adlandırılabilecek fenomenler gerçekleştirebilmekteydiler.

Tüm bu gözlem ve çalışmaları sırasında halkın uyguladığı "dua" ve "ibadet"in de eski majik nitelikli prensiplerden kaynaklanmış ritüeller olduğunu farketmişti. Halk bunların farkında değildi. Ve zaten halk da bu ritüelleri olması gerekti­ği gibi değil sadece şeklen yapabiliyordu.

Mısır'dan sonra 12 yıl Babil'de zorunlu olarak kalması, başta ak maji bilgisini derinleştirmek olmak üzere pekçok şey elde etmesine neden olmuştu ama artık ülkesine geri dön­mek için can atıyordu. Ve sonunda istediği oldu. Özel bir izin­le Babil'den ayrılmasına izin verildi...

Dönüşünde vatanını can çekişir bir halde buldu. Mısır'ı işgal eden güçler burasını da darmadağın etmişti. Okullar ve mabetler kapatılmış ve inisiyeler çil yavrusu gibi dağılıp ora­ya buraya sığınmak zorunda kalmışlardı.

Bu felaketlere rağmen, hiç değilse geri döneceğinden bir an bile şüphe etmemiş olan anacığını kucaklayabilme imkanı­nı bulmuştu. Herkes Sisamlı kuyumcunun maceraperest oğlu­nun ölüp gittiğine inanmıştı ama anacığı bir zamanlar kabine­nin kendisine söylediklerinden hiç bir zaman şüphe duyma­mıştı. Oğlunun Mısırlı rahiplere özgü beyaz giyisiler içinde yüce misyona hazırlandığı inancını hep içinde yaşatmştı.

Fisagor'un ilk işi, 35 yıl boyunca edindiği inisiyatik kül­türün bir sentezini Delf Mabedi'nde tesis etmek oldu. Böylelikle Orfe'nin temellerini attığı öğretiyi aradan geçen yılların ardından yeniden güçlendirdi.

Bir yıl gibi kısa bir sürede Delf Mabedi'ni eskisinden de güçlü bir hale getirdi. İnisiyatik sırlarını buradaki rahiplerle paylaştı. Teoklea isimli bir rahibeyle özel olarak ilgilenerek onu tam anlamıyla bir Piti haline getirdi. Onu Tanrılar'ın nefeslerine aracılık etsin diye bir liri ayarlar gibi ayarladı. Delf Mabedi'ni canlandırdıktan sonra İtalya'ya geçti. Taranto Körfezi'nin uç noktasında bulunan Kroton'da kendi okulunu kurdu.

Fisagor'un İnisiyatik Öğretisi

Fisagor İnisiyasyonu'nda da inisiye adayı özel eğitime alınmadan önce bir takım sınavlardan geçirilirdi. Ancak bu sı­navlar, Mısır'daki orjinalleriyle kıyaslandığında çok daha yu­muşatılmış ve Batı'nın mizacına uyarlanmış sınavlardı. Ama bu sözlerimizin sınavların çok da basit olduğu anlamına gel­memesi gerektiğini hemen vurgulamak istiyorum.

Neden mi?... Bunun nedenini, gelin adaya uygulanan sı­navların içinde arayalım...

Mabetteki sınavdan önce mabedin dışındaki bir sınavdan adayın geçmesi gerekiyordu. İlk sınav, kentin dışındaki dağlık bir mekanda bulunan ve içinde hayaletlerin bulunduğu ifade edilen bir mağarada, ada­yın gece karardıktan gün ağırana kadar yalnız başına kalma cesaretini gösterip gösteremeyeceğinin anlaşılmasından oluşmaktaydı. Bu ürkütücü mağarada gece tek başına kalmayı reddedenler henüz daha yolun başında, gecelemeyi kabul edip de sabah olmadan oradan kaçanlar ise hemen ardından sınavı başaramamış sayılır ve mabette gerçekleştirilecek diğer sı­navlara dahil edilmezlerdi.

İlk sınavı geçenler sabah olunca mağaradan alınarak mabede getirilirdi. Adaya ikinci sınava hazırlanmasına fırsat verilmeden ve kendisiyle hiç konuşulmadan hemen mabetteki küçük bir odaya kapatılırdı. Kendisine verilen bir taş levha ve bir de tebeşiri kullanarak, rahiplerce belirlenen bir ezoterik sembolü yorumlaması istenirdi.

Sabahın erken saatlerinden havanın kararıncaya kadar ge­çen yaklaşık 12 saat süresince bu odada tutulan adaya bir kap su ve biraz da yavan ekmek verilirdi.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

FİSAGOR DÖNEMİ - 4

Hiç yorum yok :
Bu aşamada öğrencide süptil duyguların uyanmasına ön­celik tanınırdı. Bunun için de öğrencilerin kendi aralarında kendilerine en uygun ikili arkadaş grupları oluşturmaları iste­nirdi. Kendisine en yakın bulduğu arkadaşı hakkında rahipler şunları söylemekteydi:

- "Dost bir başka sen'dir. Onu bir Tanrı'yı kutsar gibi kutsa ve sev."

Üç Aşamalı İnisiyasyon: ARINMA, MÜKEMMELLİK VE EPİFANİ

İnisiyasyona hazırlık devresini tamamlayanlar inisiyasyonun ezoterik halkasına dahil edelirlerdi. Bu Fisagor İnisiyasyonu'nun birinci aşamasına karşılık gelen bir süreçti. Bu süreç içinde inisiye adayı, bilgiyi direkt inisiyatörden yani Fisagor'dan alma olanağına kavuşmuş olmaktaydı. Bu asıl inisiyasyonun da başladığı anlamına gelmekteydi.

Bu önemli bir dönüm noktasıydı... Bunun önemini belirt­mek için de, inisiyasyonun birinci halkasına dahil olunanlar için düzenlenen ritücllere "Altın Günler" adı verilmişti. Bu aşamaya gelen inisiye adayına "Matematikçi" ünvanı verilirdi. Ve Fisagor Ögretisi'nin temelleri bu aşamada atılmaya başlanırdı.

Ancak bu öğretiye ait sırların aktarılışından önce adayın mutlak ketumiyet yemini edeceği törene katılması gerekmek­teydi. Bu törenden sonra yıllar sürecek döneme geçilirdi. Bu dönemde, sayılar bilimi, geometrik sembolizm, harf­lerin gizemi, kelimelerin içinde gizlenen sesin gücü, insanın ruhsal yapısı ve ruhsal tekâmül gibi son derece önemli ezoterik bilgileri içeren dersler başlardı.

Fisagor'un Ögretisi'nin temelini teşkil eden "Sayılar Bilimi"ne, daha sonra gelen kültürlerin inisiyatik çalışmaların­da "Nümoroloji" ismi verilmiştir. Sayılar Bilimi evrensel prensiplerin sayısal sembolizim kullanılarak anlatılma yöntemiydi. Evrende ve insan­da bulunan yani makrokozmosta ve mikrokozmosta faal du­rumda bulunan "ilâhi Güçler Bilimi" demekti.

Sayısal semboller kullanılarak anlatılmak istenen mesele adeta formülleştirilirdi. Bu yöntemde geometrik semboller­den de azami derecede yararlanılırdı. Temeli Mısır'a ait olan bu yöntemi Fisagor çok ağırlıklı olarak kullandığı için Sayılar Bilimi Fisagor'a atfedilmiş bir yöntem olarak kabul görmüş­tür.

Fisagor bu yöntemin tüm inceliklerini bizzat kendisinin kaleme aldığı ''Kutsal Kelâm" isimli kitabında açıklamıştı. Bu kitap Fisagor'un okulunda kutsal bir emenet gibi muhafaza edilmiş ve ancak ezoterik halkaya dahil edilenlere açıklan­mıştı. Ne yazık ki, bu kitap da günümüze kadar gelememiştir. Okulun yakılışı sırasında kaybolmuş ve bir daha izine rastlanmamıştır!...

Birinci aşamada bulunan öğrencilerine Fisagor, öğretisi­ni daima dairesel bir şekle sahip olan "Müzler Mahedi"nde sunardı. Kroton yetkilileri bu mabedi onun arzusuna ve tarifi­ne uygun olarak, etrafı çevrili bir bahçe içinde inşa etmişler­di. Bu yuvarlak şekilli mabedin içinde mermerden yapılmış dokuz heykel bulunmaktaydı. Bu dokuz mermer heykelin tam ortasında ise, ayakta duraran Hestia heykeli yeralmaktaydı. Heykel sol eliyle önündeki ocağın içindeki ateşi koru­makta, sağ eliyle ise göğü işaret etmekteydi. Heykelin bu sembolik hareketi, muhafaza ettiği ateşin kökenini göstermekteydi. Bu ateş, her şeyin içinde gizli bu­lunan İlâhi Prensibi sembolize etmekteydi. Heykelin kendisi ise bu sırrın muhafızıydı.

Diğer heykellerin de her birinin ayrı bir sembolik anlamı vardı. Hepsi toplandığında varoluşun temel prensipleri ve sır­ları teker teker ortaya çıkmış oluyordu.

Hangi heykelin neyi sembolize ettiğini kısaca özetleye­lim:

Uraniya: Astronomi ve astroloji biliminin.
Polimnia: Ruhların Öte Alem'deki bilimlerinin ve keha­net sanatının.
Melpomen: Bu heykelin yüzünde trajik bir maske bu­lunmaktaydı. Hayat ve Ölüm Bilimi'nin ayrıca tekrardoğuşlar sürecinin.
Kalyope: Tıp biliminin.
Kliyo: Maji biliminin.
Öterp: İnsan bilimini ve insanın psikolojik yapısını.

Yerküre üzerindeki unsurları ise üç heykel sembolize et­mekteydi. Bunlar:

Terpsikor: Taşlar biliminin
Erato: Bitkiler biliminin
Talia: Hayvanlar biliminin sembolleriydi.

Fisagor ilk kez bu heykellerle karşılayan öğrencilerine şunları söylemekteydi:

Bu heykeller, yakında yüce güzelliklerini kendi iç aleminizde seyredeceğiniz ilâhi Güçler'in yeryüzündeki suretlerinden ve tasvirlerinden başka bir şey değillerdir. İnsanın hakikati kendi iç aleminde bulma olgusu, öyle bir kaç günde gerçekleştirilebilecek bir olgu değildi. Bu iş, yıllar boyunca egzersiz yapmayı, bu yolda çeşitli çalışmalar ger­çekleştirmeyi, sabır göstermeyi ve aynı zamanda zeka ile ira­de arasındaki ahengi kurmayı gerektirmekteydi. Yani arzu edilen mükemmeliyete ulaşmak gerçekten de hiç de kolay bir mesele değildi. İşte inisiyatik çalışmaların yıllarca sürme­sinin nedeni buydu.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

FİSAGOR DÖNEMİ - 5

Hiç yorum yok :
Arzu edilen mükemmelliyete ulaşmanın ise değişmez bir kuralı vardı: Arınmak... işte bu nedenle aday ne kadar çok inisiyatik sırla karşılaşırsa karşılaşsın, arınmasını gerçekleşti­remediği müddetçe bir üst aşama olan mükemmelliyet aşa­masına yükselememekteydi.

Fisagor "İlâhi Güçler"in sembolleri olarak tanımladığı mabetteki bu heykellerin sembolize ettiği gerçeklere, ancak arınmayla ulaşılabileceğini şu sözlerle aktarmaktaydı:

Varlığınız yani ruhunuz bir mikrokozmos, bir küçük evren değil midir? Ama o şu anda fırtınalar ve fazlalıklarla dolu bulunmakta­dır. Öyleyse orada birliği, ahengi gerçekleştirmek için arınmanız gerekmektedir. İlâhi Güçler sizin şuurunuz içine ancak o zaman inip dahil olacaktır. Ama onları davet etmek sizlere düşmektedir İnisiyasyon'da hedeflenen arınmayı gerçekleştirebilenler ezoterik zincirin ikinci halkasına alınırdı. Mükem­mellik adı verilen ikinci aşama Seres Mabedi'nde gerçekleştirilirdi. Çalışmalar çoğunlukla geceleri mabedin terasında gerçekleştirilmekteydi.

Bu aşamada dünyanın gizli tarihi, yaşanmış tufanlar, te­kamül devreleri ile ruhun ve maddenin karşılıklı tekamülü ile ilgili konular ayrıntılarıyla işlenmekteydi. Fisagor'un Öğretisi ruhsal tekamülle maddesel tekamü­lün birbirleriyle paralellik gösterdiğini ileri sürmekteydi. Bu öğretiye göre. Alemin yerküre açısından akılcı bir açıklaması­nı yapabilmek için, işe maddi tekamül ile başlamak gerekir. Çünkü alem bize kendisini öncelikle maddi yapısıyla göster­mektedir. Fakat bir de alemin görünmeyen kısmı vardır. Bunu ancak ruhsal algılama ile farkedebiliriz. Bu tekamül şekli bi­ze Evrensel Ruh'un maddedeki faaliyetlerini gösterirken, bi­zi yavaş yavaş sürükleyip maddenin dışından içine intikâl et­tirir. Fisagor evreni yüce bir canın hayattar kıldığı ve içine yü­ce zekanın nüfuz ettiği canlı bir varlık olarak tanımlamaktay­dı.

Fisagor öğrencilerine ruhsal ve maddesel tekamülde tekrar doğuşun nasıl işlediğini ise şu cümlelerle anlatmaktaydı: Birçok hayatlar yaşadığımız, ölümden sonra da yenilerini yaşayacağımız ve tüm bu hayatlarımız sırasında ektiğini biçme ya­sasının sürekli hükümran bulunduğunu göz önüne aldığınızda insanlar arasındaki eşitsizliğin nedenini de anlamış olursunuz. Böylelikle, ruhlar arasındaki seviye farklılıkları ile kader çeşitlilik­lerinin, önceki hayatların sonuçlarından ve ektiğini biçme yasasının doğurduğu sonuçlardan başka bir şey olmadığını görebilirsiniz.

Üçüncü aşamaya gelen öğrencileri artık gerçek bir inisiye olma vasfına ulaşmış kişilerdi. Üçüncü aşama Fisagor Inisiyasyonu'nda "Epifani" olarak isimlendirilmişti. Epifam kelime anlamı itibariyle yukarılardan aşağılan seyretmek demektir. Fisagor'un Öğretisi'nde bu safha, varoluşun bütün­selliğini ruhsal düzeyde seyretme hali olarak nitelendirilmek­teydi.

Bunun yolunu öğrencilerine şöyle açıklamaktaydı:

Kendini bil. Bu yolla Tanrılar alemini de bilirsin, işte size inisiye bilgelerin sırrı. Görünmez alemin sonsuz büyüklük ve ihtişamının içinde bu dar kapı vasıtasıyla nüfuz edebilmek için içimizde o arınmış ruha özgü olan vasıtasız iletişim yeteneğini uyandıra­lım. Kendimizi Kutsal Sayılar Bilimi'nin meşalesiyle teçhiz ede­lim...

Yeni bir okul ve yeni bir yönetim modeli

Fisagor'un kurmuş olduğu okul, inisiyatik bir okul olma özelliğinin haricinde aynı zamanda bilimsel bir akademi olma niteliğine de sahipti. Bu okulda inisiyatik çalışmalar, dinler tarihi ve insanın içsel gelişimi ile ilgili bilgilerin yanısıra fizik, matematik, astronomi, siyaset bilimi ve benzeri maddi bilimlere de ağırlıklı olarak yer veriliyordu. Fisagor bu bilimlere "insan bilgisinin tümünü kuşatan" anlamına gelen "Maîematalar" ismini vermişti. Bugün kullanılan matematik ismi bu sözcükten doğmuştur. İnisiyelerinin "Matematikçi" olarak nitelendirilmesi de bundan dolayıydı.

Fisagor kurduğu okulda, devlet yönetim biçimi ile ilgili ilk kez Orfe'nin ileri sürdüğü bir model üzerinde de yoğun olarak çalıştı. Bu yönetim biçiminin temeli ülkeyi yönetecek grubun inisiyatik bilgilere sahip kişiler arasından seçilmesi prensibine dayanıyordu.

Fisagor'un bu yönetim modelinden daha sonraları Efla­tun da söz etmiştir. Eflatun "Devlet" isimli yapıtında yöneti­ci sınıfın liyakata göre atamayla seçilen inisiyelerden oluştu­ğu bir yönetim modelinin, toplumda arzu adaleti yerine getirebileceğini ayrıntılarıyla anlatmıştır.

Fisagor'un açtığı okulu, küçük bir site devletinde yer al­maktaydı. Bu nedenle ileri sürdüğü yönelim biçimini ilk kez burada uygulayabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Site devleti içinde okulun gittikçe güç kazanması, belli bir süre sonra Fisagorculara bu imkanı sağladı.

Önceleri Aristoklar'dan yani zengin yurttaşlardan oluşan l000ler meclisince yönetilen Kroton, bu meclisin üzerinde yetkilerle donatılan 300 inisiyeden oluşan bir konsey tarafın­dan yönetilmeye başlandı.

Yönetimin inisiyelerce gerçekleştirilmesi bir anda çok farklı bir yönetim biçiminin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu yönetimde öylesine büyük bir başarı elde edildi ki, Fisagorcu yapılaşma giderek Güney İtalya'nın diğer kentlerine ve Akde­niz'deki irili ufaklı adalara da sıçramaya başladı.

İlk başta 2000 Krotonlu'nun her zamanki yaşam biçim­lerini terkederek, varlarını yoklarını bir nevi komün hayatına adayarak birlikte yaşamak üzere çoluk çocuk bir araya gel­mesiyle başlayan bu yeni yönetim biçimi, bir süre sonra önü alınmaz bir şekilde başka yerlere de yayılmaya başlamıştı.

Diğer yörelerde de benzer yapılaşmalar başlamış ve hepsi merkezi Kroton'da bulunun Fisagor Okulu'yla dirket bağlan­tılı bir şekilde çalışmaya başlamışlardı. Fakat bu olumlu yönde ilerleyen yapılaşma, olumsuz tep­kileri de üzerine çekmekte gecikmedi!...

Inisiyasyona dahil edilmeyenler, içine düştükleri kıs­kançlıkla, halkı sürekli olarak tahrik etmekte ve bu tarikatın halkı küçümsediği dedikodularını sürekli olarak yaptıkları kü­çüklü büyüklü toplantılarda yaymaya çalışıyorlardı. Bu dedi­kodular ilk başta küçük masumane şikayetlermiş gibi görün­se de, zamanla büyük bir kinin ve tepkinin doğmasına neden oldu.

Bu kinin büyümesinde en önemli etken, bir zamanlar Fi­sagor Okulu'na girmek için müracat edip de, okula kabul edilmeyen Silon isimli kişi olmuştur. Bundan az önce bahset­miştik.

Hatırlayacağınız gibi, Silon mabede kabul sınavların­da kendisiyle alay edildiğini zannederek büyük bir kinle ma­bedi terketmişti. Halk arasında yavaş yavaş başlayan söylentileri bu kişi iyice alevlendirmiş ve bu yolda Fisagorcular'a muhalif bir de kulüp kurmuştu. Halka yön veren ileri gelen kişileri de bu kulüpte toplamayı başaran Silon, sonunda bir ihtilâl girişimi için gerekli desteği bulmuştu.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

FİSAGOR DÖNEMİ - 6

Hiç yorum yok :
Yine bir gün bu kulüpte toplanan Silon ve yandaşları Fi­sagor Okulu'na artık bir son vermenin zamanın geldiği kara­rını aldılar. Kulüpte yapılan ateşli konuşmalarla iyice tahrik olan kalabalık bir grup, Fisagor Okulu'nun en önde gelen kırk asli üyesinin bir evde yaptıkları toplantıyı ellerinde meşaleler ve kılıçlarla bastılar.

Buradan kurtulmak mümkün değildi!...

Aralarında Fisagor'un da bulunduğu kırk kişiden sadece iki kişi buradan canlı çıkmayı başarabilmişti. Aralarında Fisagor'un da bulunduğu 38 kişiden bir kısmı yanarak bir kısmı ise kılıç ve sopa darbeleriyle katledilmişti.

Bu katliamdan sonra Okul dağılmış ve çeşitli şehirlerde bulunan Fisagorcular teker teker avlanmışlardı. Uzun çabalar­la oluşturulan Fisagor Okulu ve bu okula bağlı diğer okullar ve mabetler darmadağın edilmişti.

Ciddi boyutlara ulaşan katliama rağmen hayatta kalmayı başarabilen Fisagorcular, İtalya'dan Yunanistan'a kadar uza­nan topraklarda üstatlarının öğretisini uzun yıllar yaymayı sürdürebilmişlerdir.

Başından beri birbirlerini tek bir ailenin üyeleri gibi gö­ren Fisagor Öğretisi'ne bağlı olan inisiyelcr, tam 250 yıl bo­yunca varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Üstadın fikirlerine ve bilgilerine gelince... Onlar bugün dahi yaşamaktadır...

Fisagoryen Etki

Fisagor'un Öğretisi Antik Çağ'da başta Eflatun olmak üzere Sokrat, Öklid, Aristo gibi pekçok bilgin ve filozofu et­kilemiştir. Dünya üzerinde önemli etkilerde bulunan birçok felsefi ekol de, yine Eflatun'un Öğretileri'nden etkilenmiştir. Örne­ğin M.Ö. l.Yüzyıl'da Piblius Nigidius tarafından Fisagor'un Öğretisi'ni eses alan Neo Fisagorculuk ismiyle bilinen bir fel­sefe ekolü kurulmuştur. Bu ekolü izleyenlerden en ünlü filo­zof Tyanalı Apollonius'tur.

Bu felsefi ekol daha sonraları M.S. 3. Yüzyıl'da ortaya çı­kan ve Batıni İslâm Felsefesi üzerinde de derin etkiler bırak­mış olan Neo Eflatunculuk tarafından özümsenerek yeni bir felsefi ekolün ortaya çıkmasma neden olmuştur.

Fisagoryen Öğreti sadece felsefi ekollere değil aynı zamanda pozitif bilimler üzerinde de önemli etkilerde bulun­muştur. Fisagor, aynı zamanda birçok bilim dalının gelişimine, özellikle de matematik ve astronomiye katkısı olmuş bir bilim adamı olarak da kabul görmüştür. Bugün de okullarımızda kendisine ait bulgulara yer verilmektedir. Bunlar arasında en fazla bilineni ve hepimizin okullarda okuduklarımızdan hatır­layacağımız Matematik'teki "Fisagor Bağıntısı" ismiyle tanımlanan "dik üçgenin dik kenarlarının karelerinin toplamı­nın hipotenüsün karesine eşit olduğu" bilgisidir.

Fisagor Dünya'nın bir küre olduğunu ve ikili bir hareket içinde bulunduğunu yalnızca inisiyelerine açıklamıştı. Unut­mamak gerekir ki, bu bilgi o dönem için bilimsel ve dinsel anlayışla hiç örtüşmeyen ve aykırı bir bilgiydi. Bunu yüzyıl­larca sonra söyleyen bilimadamlannın başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz!...

Fisagor'un müzik alanındaki gelişmelere de önemli kat­kıları olmuştur. Müziğin matematiksel oranlara indirgenebile­ceğini ortaya koymuş ve diadonik skalayı keşfiyle bu alanda önemli bir adımın atılmasına yol açmıştır.

Fisagor'a göre müzikteki matematiksel oranlar, evrenin yapısal düzeninde de geçerliydi. Ortaya attığı ''Küreler'in Ar­monisi" ismiyle anılan teorisine göre, kozmik cisimler yani gezegenler ve yıldızlar, arasında birtakım öyle armonik ilişkiler vardır ki, hareket halindeki bu cisimlerin armonik ilişkile­ri şu anda bizim duyamadığımız ama gerçekte varolan bir mü­zik oluşturmaktadırlar.

Fizik bedende ve astral bedende ortaya çıkan düzensiz­liklerin tedavisinde müziği de bir tedavi aracı olarak kullanan Fisagor, bitkilerle tedavi alanında da önemli çalışmalar ger­çekleştirmiştir.

Fisagor Öğretisi'nin temel görüşlerini maddeler ha­linde sıralayacak olursak, bunları şöyle özetleyebiliriz:

• Ruh ölümsüzdür.

• İnsan ruhu, İlâhi Ruh'un bir cüzzü, bir kıvılcımıdır.

• Ruhlar arasındaki farklılık, yaşamların çoğulluluğuyla açıklanabilir. Tekrardoğuş bu nedenle kaçınılmaz bir kader­dir.

• Ruh ve madde birbirleriyle etkileşim içinde birlikte tekamül etmektedir.

• İnsanlık basamağı tekamülün bir aşamasıdır. Ama so­nu değildir. İnsanlık aşamasından sonra geçilecek olan safha İlâhlık aşamasıdır.

• İlâhlar Alemi'ni anlamanın yolu insanın kendi sırları­na ulaşmasıyla mümkündür. Bu, Fisagor'un Ogretisi'nde "kendini bilmek" olarak nitelendirilmiştir.

• İnsanlık aşamasından ilâhilik aşamasına geçişi inisiyasyon sağlar. Bu aşamada tekrardoğuş zorunluluğu ortadan kalkar. Bu aşamaya ulaşabilenler için artık dünyaya tekrar doğma zorunluluğu ortadan kalkar. Ancak bu düzeye erişebil­miş varlıklar dünyaya özel görevlerle yeniden gönderilebilir­ler. Bu tür varlıklar bedenli oldukları halde Tanrısal nuru bün­yelerinde barındırabilirler ve dünyaya bu ışıklarını saçarlar.

• Evren tümüyle canlıdır.

• Tüm evren matematiksel olarak düzenlenmiş bir bü­tündür. Sayılar üzerine kurulu bir düzene sahiptir. Bu sayısal düzenle ilgili bilgiler sayısal sembolizmde gizlenmiştir. Bu sembolizimin şifresi inisiyasyonla çözülebilir.

• Tekamül hayatın yasasıdır. Sayı evrenin yasasıdır. Bir­lik ve Teklik ise Tanrı'nın yasasıdır.

• Alemleri şekillendiren ve kozmik cisimleri muazzam kütleler halinde yoğunlaştıranlar ruhlardır.
• Alemler İlâhi Ruhlar tarafından yönetilir sevk ve ida­re edilir

• Dünya altı tufan geçirmiştir Bu tufanların kaotik gi­bi görünen periyodik bir devreselliği vardır. Her bir tufanla bir devre (sikius) kapanmış ve yeni bir devre açılmıştır.

• Her bir tufanın adem ve havvaları vardır Bir zaman­lar yeryüzünde de yaşamış olan üstün düzeyli varlıklar, zama­nı geldiğinde evrensel yasalar uyarınca yeni canlı türlerinin ortaya çıkmasnı sağlarlar

• Uyku, rüya ve vecd Öte Alem'in açık olan üç kapısı­dır Ruh ilmi ve kehanet sanatı bu kapılardan gelir.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

ATLANTİS

Hiç yorum yok :
Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda Tufan Öncesi Uygarlıklar ve bu uygarlıklarla ilgili çeşitli bilgilere de yer verilmiştir. Aşağıdaki satırlar Atlantis ve Atlantis'in son dönemlerin­de ortaya çıkan büyük savaşla ilgilidir. Bu anlatılanlarla, Kur'an-ı Kerimde anlatılan geçmiş uy­garlıklar hakkındaki il'adelerin birbirlerine ne kadar benzedi­ğine özellikle dikkatlerinizi çekmek istiyorum:
"Nuh'un Çocukları" ile Mu Uygarlığının mirasını devra­lan Atlantisliler kastedilmektedir. Metnin devamında yaşanan doğal aletler "fırtına" ve "felaket" olarak nitelenmekte ve bu felaket bittiğinde Osiris'e atıf yapılmaktadır ki, bu da Osiıis Öğretisi'nin tüm bu olup biten yıkımdan sonra varlığını sürdüğüne bir işarettir:
Görmüş olduğunuz gibi, Mısır'ın Ölüler Kitabı öncelikle Mısır'ın İnisiyeler Kitabı'dır. Aynı zamanda majik bir kitaptır. Hem öldükten sonra varlığın geçireceği safhaları, hem de henüz daha Dünya'da yaşarken, inisiye adayına Öte Alemi tanımada büyük bir işlev görmekteydi.

Her ne kadar o ilk orjinalinin bir kopyası günümüze ka­dar gelememiş olsa da, kopyalarının, kopyalan bile, bir za­manlar Mısır mabetlerinin derinliklerinde neler yaşandığı ve nelerle uğraşıldığı konusunda bize önemli ipuçlarını verebil­mektedir. Gelecekte değeri sanırım çok daha iyi anlaşılacak­tır... Böylelikle şu an için ulaşamadığımız ve mabetlerin derinliklerinde kalan diğer sırlar da, umarım bir gün tüm açıklı­ğıyla ortaya çıkacaktır...

SİMYA

1 yorum :
Mısır'da uygulanan bir başka gizemli çalışma da simya alanında kendisini göstermiştir.

Simya: Maddenin gizli prensiplerini bulup maddeye hük­metmeyi amaçlayan okült bir bilim dalı olarak tanımlanmaktadır. Simya isminin kökeni Arapça'daki "El Kimya" sözcü­ğüdür Araplar'ın bu ismi kullanmalarının nedeni isi Mısır'la bağlantılıdır Antik Çağ'da Araplar, "siyah ülke" anlamına ge­len "Khem" sözcüğünü Mısır için kullanmaktaydılar. Mısırlılar'da gördükleri bu çalışmaya da bu isimden hareketle türet­tikleri "El Kimya" ismini vermişlerdir. Günümüze kadar gelen Kimya isminin kökeni de bu isimlerle ilgilidir. Günümüz Kimyası'nın doğuşu da tamamen Simya'ya dayanır.

Atlantisliler'in Mısır'a geldiği ilk dönemlerde Simya Thot Öğretisi'nin içindeki bir unsurdu. Sonraları bu tek başı­na alınmaya başladı. Bu haliyle en son İskenderiye Okulu'nda varlığını sürdürdü. Avrupa'ya ve Arabistan'a buradan yayıl­mıştır Ancak o ilk günkü halinden çok şeyler kaybetmiş ve bir hayli yozlaşmış bir şekilde oralara ulaşabilnıiştir. Avrupa'da uzun bir süre büyücülükle eş tutulmuş gizli bir çalışma olarak görülmüştür O dönemlerde Avrupa'daki simyacıların büyük bir bölümü Bakır'ı Altın'a dönüştürme ça­bası içine girmişlerdi. Ancak orjinal halinden oldukça uzaklaşıldığı için bunda başarıya ulaşmak hiç de kolay olmuyordu. Hatta neredeyse imkansız bir hale bürünmüştü.

Bu amaçla adına "Filozof Taşı" denilen bir maddeyi elde etmeye uğraşıyorlardı. Elde etmeye çalıştıkları tüm mineral­lerin türediği ilk madde cevheri olan filozof taşının iki önem­li özelliği vardı. Birinci özelliği maddelerin birbirlerine dönüşümünü sağlaması ikincisi ise ölümsüzlük sağlamasıydı. Ancak bu tanımlamalar Ezoterik Simya'nın anlaşıla­mamış, yozlaştırılmış sembollerinden ibaretti.

Mısır'da Thot Öğretisi'nin içinde bir zamanlar varlığını sürdüren ve buradan da İskenderiye Okuluna taşınan Ezoterik Simya'da asıl amaç maddeleri birbirine dönüştürmek ya da uzun yaşamak değil, aydmlanmayı sağlayan "Şuur Dönüşümü"nü sağlamaktı. İskenderiye Okulu'nda bu dönüşüme "Büyük Eser" anlamına gelen "Ars Magna" ismi verilmek­teydi.

Ezoterik Simya ile uğraşan İskenderiyeli İnisiye Simyagerler için "Filozof Taşı" astral tortuların tamamiyle ortadan kaldırılmasını ifade eden bir sembolden ibaretti. İnisiye Simyagerler için metalin altına dönüşümü ise, bu astral arınmadan sonra meydana gelen auranın altın renginde ışıldamaya başlamasının bir sembolü konumundaydı.

Ölümsüzlük kazanmak ise Dünya Okulu'na tekrar doğ­ma zaruretinin ortadan kalkmasına karşılık gelmekteydi. Avrupa'daki simyagerler, ölümsüzlük sağlayan filozof taşının sı­vı haline Abı Hayat ismi vennişlerdi. Ancak bu "su" da, on­ların bildiği anlamda bir sıvı değildi. Bu su, göksel - spiritüel tesirlere karşılık gelen bir semboldü. Onlar bunu da yanlış an­lamışlardı.

Orta Çağ'ın simyagerleri işi asıl amacından öyle bir çı­kartmış durumdaydılar ki, tüm bunların birer ezoterik sembol olduklarını akıllarına bile getirmeden, imkansız bir uğraşın içine kendilerini adeta hapsetmişlerdi.

Bakırı altına çevirerek dünyasal zenginlik kazanına he­vesleri gözlerini öyle bir karartmışti ki, bu yoldaki asıl hedef olan arınma ve sadeleşmenin gerçekleştirilmeden madde üze­rinde hakimiyet kurulamayacağını hatırlarına bile getiremiyorlardı. Oysa ki gerçekten de maddeleri birbirine çevirebil­mek de mümkündü... Altın elde etmek de... Ama amaç sade­ce altın olunca sadeleşme olamıyor, dolayısıyla hedefe ulaşılamıyordu. Çünkü Tufan Öncesine ait bilgilerden uzaklaşılmış De­mir Çağı'nın yozlaştırıcı etkisi altına girilmiş durumdaydaydı...

MISIR MUMYALARI

Hiç yorum yok :
Ölüler Kitabı'nın çeşitli bölümleri, ölünün mumyalanmış bedeni üzerine yüksek sesle okunmaktaydı. Bunun yapılma­sındaki amaç, bedeninden ayrılmış olan varlığı ycinlendirmek ve ona başta öte alemle ilgili olmak üzere inisiyatik bilgiler vermekti.

İşte bu noktada akıllara bir soru talılmaktadır: "Peki ama ölüler neden mumyalanırdı... Mumyalamanın ardında me­tapsişik bir düşünce bulunmaktaydı. Ancak bu metapisişik düşünce üzerinde çok fazla durulmamıştır Mumyalamanın metapsişik anlamına geçmeden önce, mumyalamanın nasıl yapıldığını bir hatırlayalım.

Tarihçiler'in Arkeologların, Fizikçiler'in ve Kimyacı­lar'nı birlikte yürüttükleri araştırmalardan çıkan sonuç­lara göre:

Mısır'da Mumyalama işlemi yetmiş günde tamamla­nırdı . Önce beden içindeki çürüyebilcek her şey boşaltılır ve vücut sodyum karbonatlı bir karışım içinde kurumaya bırakılırdı . Kalp ve böbrekler ge­nellikle bedende bırakılır; karaciğer, akciğerler,

Bu anlatılanlara bir itirazımız yok. Ama ortada bir sorun bulunmakladır. Bu anlatılanları aynen uygulayarak yapılan mumyalama deneylerinin tümü başarısız olmuştur. Çünkü gü­nümüz biliminin hesaba katmadığı bir etken, bu araştırmalar­da göz ardı edilmişti.

Mısırlılar mumyalama işlemlerini yukarıda özet halinde aktardığımız gibi yapıyorlardı ama bu işlemlere ek olarak ay­rıca manyetik enerjilerden de yararlanıyorlardı. İşte göz ardı edilen etken buydu.

Metapsişik çalışmalarda "manyetik dondurma" adı veri­len bir uygulama vardır. Bu uygulamada ellerden çıkan man­yetik enerjiler sayesinde, ölü organik maddeler çürümeden ve büyük bir oranda orjinal hali bozulmadan kalabilmektedir. Günümüz metapsişik çalışmalarında manyetik enerjilerini el­leri vasıtasıyla aktarabilme yeteneğine sahip kişilerin (manyetizörlerin) ölü organik maddeleri (balık, çiçek, sığırdili vb.) man­yetik yolla mumyalayabildikleri deneylerle ispatlanmış bulunmaktadır.

Manyetik etkilerin gücüne göre bu mumyalanmış orga­nizmalar bazen yıllarca renk, biçim ve bazı özelliklerini (tad, koku hariç) bozulmadan kalabilmişlerdir. Yoğun manyetik enerjilerin aktarılabildiği deneylerde, mumyalanan organik maddelerin üzerleri sanki ince bir mum tabakası sürülmüş gö­rünümüne bürünmüşlerdir.

Günümüzde Yuıtdışı'ndaki Üniversiteler'in Parapsikoloji kürsülerinde deneysel olarak araştırılan bu uygulama tekni­ğinin en iyi uygulayıcıları, bu bilglerini Atiantisliler'den almış olan Mısırlılar'dı.

Firavunların laneti değil, manyetik etkiler!...

Bazı firavunların mezarlarına giren tarihçilerin ve arke­ologların başlarına gelen başdönmesi, bayılma, halisinasyon1ar görme ya da fiziksel bazı rahatsızlıklarla karşılaşmak gibi fenomenlerin nedenlerini, işte bu yoğun manyetik enerjilerde aramak gerekir. Binlerce yıl bozulmadan bu bedenlerin sakla­nabilmesi için ne kadar yoğun manyetik enerjilerin uygulan­mış olabileceği düşünüldüğünde, yaşanılan bu sıradışı feno­menler daha iyi anlaşılabilir.

Neyse bütün bunları bir kenara bırakalım... Ve asıl sorul­ması gereken soruyu soralım:

- 'Eski Mısırlılar ölülerini neden mumyalıyorlardı?..."

Eski Mısırlılar'ın en popüler geleneklerinden biri kuşku­suz ki, ölülerini mumyalayarak saklamalarıdır. Ancak şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, bu denli popüler olmasına rağ­men mumyalama geleneklerinin gerçek anlamı üzerinde çok fazla durulamamıştır.

Konuyu açahm...

Gerek eski ezoterik bilgiler, gerekse de son elli yıldır gü­nümüze kadar yapılagelmiş metapsişik alandaki çalışmalara göre; ölümden sonra ruh ve beden ilişkisinin bir an önce kesilmesi, ruhun özgürleşmesine ve bu dünyadan daha kolay kopabilmesine büyük bir katkı sağlamaktadır. Söz konusu et­tiğimiz bu ruh ve beden ilişkisinin ölümden sonra kesilmesi­ne en iyi olanak sağlamanın yolu, bedenin bir an önce ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü beden bir girdap gibi astral bedeni ken­disine çeker. Ve varlığın spatyoma geçişini zorlaştırır. Bundan kurtulmak için bedeni bir an önce yakmak ya da gömmek en uygun yoldur.

İnisiyatik Ekoller'deki bu farklılığın nedeni neydi?...

Bilindiği üzere Mısır ve Hint - Tibet Ezoterizmi dünyaya felsefi açıdan yön vermiş iki büyük merkezdi. Ezoterzm'in en önemli kuralı, nerede olursa olsun, hangi toplumda varolmuş olursa olsun, temel gerçekleri hep aynı olmak durumundaydı. Şekilsel olarak bazı farklar varmış gibi görünse de, kökenine inildiğinde, tüm bu merkezlerdeki ezoterik kökenli bilgilerin hep aynı olduğu görülmüştür. Ancak bu sefer ciddi bir farklı­lıkla karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Eğer ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili ezoterik bilgiler de aynı istikametteyse, bir yerde cesedin yakılması bir yerde ise yokedilmek bir ya­na, aksine saklanmak için özel uygulamalar yapılması bu ko­nuda ciddi bir farklılığın olduğunu göstermektedir.

İlk başta gerçekten de bu bir çelişkiymiş gibi görülebilir. Bu nedenle de meseleyi bu şekilde ortaya koymak istedim. Öncelikle şunu açıklamak isterim ki, ölülerin mumyalanması ilk başta genele yayılmış bir uygulama değildi. Mumyalanan ölüler inisiyatik alanda önde gelen kişilerdi. Bu, kökeni Atlantis'e ait majik bir uygulamadır. Mı­sır'ın son dönemlerinde dejenere edilmiş ve olur olmaz her­kes mumyalanmaya başlanmıştır. Hata ölenin sevdiği hay­vanlar bile...

Atlantis'e ait bu majik uygulama, Orta Asya Türkleri'nde görülen Atalar Kültü ile bağlantılı bir konudur. Konu ölümle ilgili olduğu için konuyu önce metapsişik kurallar içinde ele almak icabeder.

Çeşitli toplumlarda da görülmekle birlikte özellikle Orta Asya Türk Geleneği'nde ön plana çıkmış olan Atalar Kültü, yaşarken ailenin koruyucusu ve reisi olan büyüğün, öldükten sonra da ailesini koruyacağı inancına dayanır. Bu inancın te­melinde ise, metapsişik çalışmalarda ayrıntılı bir şekilde dile getirilmiş olan insanlara yardım eden bedensiz rehber varlık­lar yatmaktadır.

Gelelim Mısır'a...

İlk başta mumyalanan ölülerin inisiyatik alanda önde ge­len kişiler olduğundan söz etmiştik. Bunun sebebi, söz konu­su kişinin tesirlerini öldükten sonra da çekebilmekti. Bedenin ortadan kaldırılmayışıyla bu çok daha kolay sağlanabiliyordu.

O dönemler Mısır inisiyatik çalışmaların merkezi olduğu için, bu enerjilerin merkezileştirilmesi çok önemliydi. Bunun için de böyle bir teknikten yararlanmışlardır. Bedenli yaşam­larında Mısır İnisiyasyonu'na hizmet eden bu varlıkların öl­dükten sonra da bu fonksiyonlarına belli bir süre daha devam etmelerini normal karşılamak gerekir.

Mısır inisiyasyon merkezi olma fonksiyonunu bitirdiğin­de her halde onlar da buraları çoktan terkedip gitmişlerdir.

MISIR İNİSİYELERİ - 2

Hiç yorum yok :
Örfe, Mısır'da öğrendiklerini aynen uygulamış kendi okulunu kurmuş ve kendi yandaşları arasından uygun gördü­ğü kişileri seçerek, onları sırlar öğretisine inisiye etmiştir. İşte o günleri zihnimizde daha iyi canlandırabilınek için gelin şimdi Delf Mabedi'nin içinde yaşananları hep birlikte izleyelim...

Delf Mabedi'nde İnisiyasyon

Rahipler meşalelerle aydınlatılmış sunağın çevresinde ilâhiler söyleyerek büyükçene bir halka oluşturacak şekilde sıralanmışlardı. Elinde kozalak başlı asası ve belinde ise ışıltılar saçan kristallerle bezenmiş, Altın'dan yapılmış bir kemer bulunan Örfe, üstüne giydiği beyaz keten elbisesiyle ağır ağır yürüye­rek rahiplerin oluşturduğu halkanın tam ortasına gelip, heye­candan rengi solmuş ve hayranlıktan titremeye başlamış bir halde kendisini bekleyen müridinin yanına oturmuştu...

Uzun bir süredir mabette eğitimi süren genç müride Delf in sırları az sonra Örfe tarafından rahiplerin huzurunda açıklanmaya başlayacaktı...

Meşalelerin aydınlattığı mabedin sunağında rahiplerin söylediği ilâhi, Orfe'nin yerini almasıyla bir anda kesilmiş ve herkes bundan sonra olup bitecekleri beklemeye başlamıştı...

Mabedin derinliklerinden gelen meditatif bir müziğin se­si, Orfe'nin sözleriyle tam aynı anda başlamış ve Orfe müri­dinin omuzuna elini atarak ilk sözlerine babacan bir tavırla şöyle başlamıştı:

Hakikate ulaşabilmek için kendi iç aleminin derinliklerine gömül. Bedenini düşüncenin ateşiyle eritip yok et. Alev nasıl için için kemirdiği odundan ayrılıp serbestleşiyorsa, sen de maddeden ay­nı şeklide kopup serbestleş. Ruhun ancak bu takdirde Ezeli - Ebedi Sebeplere doğru yükselebilir.

Şimdi sana Delf'e ait ilk sırları örtülü bir şekilde ifşa edeceğim... Bu sırların üzerindeki örtüyü açacak olan ben değilim. Bunu an­cak sen yapabilirsen, mabedimizin sırlarına ulaşabileceksin.

Önce şu yüce sırrı dinle:

Yer ile Gök evlidir. Ancak Gök ile Yer arasındaki bu İlâhi Aşkı, özel yol mensubu olmayan kişi bilemez.

Engin göklerde de, yeryüzünün derinliklerinde de Tek Olan Var­lık hüküm sürmektedir. Bu varlık Zeus'tur.

Çok latif aşk ve sevgi de odur, kudretli kin de odur. O hem eril hem de dişil ateştir. Hem Zevc'dir, hem de Zevce. Hem ilâhi Ana, hem de ilâhi Baha'dır. O yüce bir Kral yüce bir mürşittir.

Bazen sevgisiyle yeryüzünü kucaklar bazen de oklarıyla yeryü­zünü vurur. Ama O'nun rahipleri olan bizler, onun özünü biliriz. Biz onun oklarından korunabiliriz ve hatta bazen onları yönlen­direbiliriz bile.

Diyonizos ise O'nun Oğludur. Yani O'nun tezahür etmiş kelâmı­dır. Bir zamanlar geldiği mekanı gökler ama şimdi yaşadığı me­kanı ise yaşayan kalplerdir. O kalplerde uyuyan bir Tanrı'dır. Onu ancak özel yol mensupları uyandırabilir. Bunu sen de yapabilirsin...

Sen de bizlerden biri olabilirsin. Gönül gözünle tüm bu anlattık­ları seyredebilir ve kavrayabilirsin. Bizler ruhların kurtarıcılarıyız. Mıknatıslar misali biz insanları cezbederiz. Tanrılar da bizi. Tan­rılar bizde ölür, bizde dirilir.

İşte tam bu sırada Orfe'nin önünde diz çökmüş ve elleri­ni gökyüzüne doğru kaldırmış, vecd hali içinde mürşidini din­leyen müridin yanına gelen bir rahip, müridin başına ellerini koyarak güçlü manyetik enerjilerini aktarırdı. Böylelikle mü­ridin vecd halini daha derinleşmesine yardımcı olurdu. Rahip ellerini müritten çekerken şunları söylerdi:

Söze dile sığmaz Zeus ile, her üç alemde de yani ölüm ötesi derinlikerde de, dünyada da, göklerde de onun sırrını ifşa eden Diyonizos senin benliğini Tanrılar'ın ilmiyle doldursun. Bir süre sonra içine girmiş olduğu vecd halinden çıkan müritin çevresinde halka oluşturmuş bulunan rahipler, döne­rek dans etmeye başlarlardı.

Sırlar Ritüeli adı verilen bu ayinin sonunuda mürit sütünlu salondan çıkartılarak tek basma bir odaya alınarak birkaç saat dinlendirilirdi. Vecd halinden yeni çıktığı için buna ihti­yaç vardı. Gerekli olan dinlenme süresinin sonunda Oıfe yine o kendisine has heybetiyle müridin odasına gelirdi.

Mürit yaşadıkları ve hissettikleri ile ilgili kısa bir açıkla­ma yaptıktan sonra sözü yine Örfe almaktaydı.

- Buradan Tanrılar'a doğru uzanan yol diktir, çetindir, zorlu bir yoldur bu. Önce çiçekli bir patika gelir. Ardından aşılması imkansızmış gibi görünen dik bir yamaç, sonra da muazzam bir mekanın ortasında yer alan yıldırımlı kayalıklar. Görücünün ve Elçi'nin yeryüzündeki kaderi budur evladım... Sen ovadaki çi­çekli patikada yürü. Ötesini bırak.

- Susuzluğumu giderdikçe hararetim daha da artmakta. Bana öğretmiş olduğun Tanrısal hiyerarşide yer alan varlıklan görmek mümkün mü? Onları bir gün görebilecek miyim?

- Evet ama beden gözlerinle değil. Gönül gözünle. Fakat şu an­da sadece beden gözlerinle görmeyi biliyorsun. Vecd'deki derin­leşmen yeterli gözükmüyor. Gönül özünü açabilmen için uzun süre çalışman gerek. Büyük ıstıraplara katlanman gerek. Bu zorlu yola girmeye kendini hazır hissediyor musun?...

Bu yolda ilerlemeyi seçip seçmemek tamamen müridin seçimine bırakılmaktaydı. Eğer bu zorlu yola girmeye mürit karar verirse, inisiyasyonun bir üst aşamasına geçilmekteydi ki, bu inisiyasyonun üçüncü ve son aşamasına karşılık gel­mekteydi. Aynı zamanda bir sınav niteliği de taşıyan bu karşılıklı ko­nuşma sonucunda eğer mürit devam etme kararı alırsa, Örfe sözlerini şöyle bitirirdi.

- Madem ki istiyorsun, dinle öyleyse... Tesalya'daki sihirli Tampe Vadisi'nde özel yol mensubu olmayanlara yasak olan mistik bir mabet vardır. Özel yol ehline ve görücülere Diyonozos işte orada görünmektedir. Gelecek yıl seni orada düzenlenecek giz­li ayine davet edeceğim. Orada sihirli bir uykuya dalacaksın, iş­te o sırada ben de senin gözlerini ilâhi Alem'e açacağım. Yeter ki, o güne kadar auran temiz kalabilsin. Aksi takdirde orada mu­hatap olacağın enerji karşısında felç geçirebilir hatta yaşamını dahi yitirebilirsin.

Mürit o gün gelinceye kadar mabette tam bir arınma ça­lışmasından geçirilmekte ve kendisine mabedin gizli kitapları okutturulmaktaydı.

Sedir ağacından yapılmış sandıklarda saklanan bu kitap­lar papirüs rulolarından oluşmaktaydı. Bunların bir kısmı Orfe'nin Mısır'dan getirdiği papiılis rulolarıydı. Diğerleri ise mabedin yazıcıları tarafından Fenike ve Yunan dillerinde ya­zılmış olan papirüs rulolarından oluşmaktaydı. Yunan dilinde bizzat Orfe'nin yazdığı kitaplar da mabedin kütüphanesinde bulunmaktaydı.
Orfe tarafmdan kaleme alındığı bilinen ama ne yazık ki günümüze kadar gelememiş olan bu kitaplar arasında şunlar yer almaktaydı:

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

MISIR İNİSİYELERİ - 1

1 yorum :
Mısır'da yüzyıllarca sürdürülen inisiyatik eğitimin dünya üzerinde birçok etkileri ve bu etkilerin çeşitli yansımaları ol­muştur. Çünkü dünya üzerindeki birçok ülkeden kalkıp Mı­sır'a gelip inisiye edilen kişiler, daha sonra geldikleri ülkele­re dönmüşler ve eğitildikleri merkeze ait bilgileri üstü örtülü bir şekilde kendi ülkelerinde dile getimıişlerdir. Böylelikle inisiyatik sırlar bilgisine ait gelenek, farklı yerlerde, farklı gö­rünümler altında yeşerme imkânı bulmuştur. Bunların başında Antik Yunan Kültürü gelir.

"Sayılar evrene hükmeder..."

"KutsalMatematik'' ve "Sayılar Bilimi", Fisâgor tarafından işte tek bir cümleyle böyle ifade edilmişti... Evet... Antik Yunan Kültürü dendiğinde ilk akıllara gelen isim Fisagor'dur. Fisagor gerçekten de. Yunan Kültürü'nde çok önemli bir ba­samak taşı oluşturmuştur. Ancak Fisagor'a gelmeden önce Yunanistan'da yaşananları kısaca hatırlayalım... Böylelikle Mısır Kültürü ile Yunan Kültürü'nün bağlantılarını çok daha iyi gözler önüne serme imkânını elde edebileceğimizi düşü­nüyorum...

FİSAGOR ÖNCESİ YUNANİSTAN

Dişil Ay İnisiyasyonu'nun dejenere edilmiş hali olan "Baküs" ile Eril Güneş İnisiyasyonu'nun dejenere edilmiş hali olan "Apollon" dinleri Yunanistan'da bir arada yaşatıl­maklaydı.

Bunlar bir arada yaşamaktan ziyade, birbirleriyle sürekli çekişen ve birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan iki ayrı ra­hipler grubunun başını çektiği bir kaos ortamı içinde bulun­maktaydılar demek, aslında daha doğru olur.

İşte bu dönemde (M.Ö. 800 - 700) Apollon Rahipleri'nin en büyük merkezi Delf Mabedi'ydi. M.Ö. 700'lerde bu iki grup arasındaki sürtüşme ciddi kıyımlara kadar ulaşmıştı. Azınlıktaki Apollon taraftarları, çoğunluğu ellerinde bulundu­ran Baküs taraftarlarınca yokedilrae tehdidi altında bulun­maktaydılar. İşte bu ortamda Örfe, Delf Mabedi'nin baki­re rahibelerinden birinin oğlu olarak dünyaya geldi. Bu mabbette görevli rahibelerin bakire olması zarureti vardı. Bu nedenle söz konusu rahibenin, Tanrı Apollon tarafından hami­le kaldığı iddiası halk arasında dolaşmaya başlamıştı. Benzer fenomenler bilindiği gibi başka dinlerde ve başka toplumlar­da da ortaya çıkmıştır.

Göksel Güçlerce hamile kalan bir bakire rahibeden doğ­duğu ileri sürülen Orfe'nin yaşamı tehlike altındaydı. Baküs taraftarlarının elinden kurtulmak için Örfe Yunanis­tan'dan kaçarak Mısır'a geldi ve Osiris Rahipleri'ne sı­ğındı. Burada inisiye edilen ve Osiris Rahipleri arasında 20 yıl geçirerek "Sırlar Öğretisi"ni alan Orfe, Apolion Ögretisi'ni yeni baştan revize edip düzeltmek ve ona yeni bir çehre ver­mek göreviyle Osiris Rahipleri'nce ülkesine geri gönderildi. Mısır'a geldiği döneme kadar Yunanistan'da Apollon'un Oğlu olarak isimlendiriliyordu. Orfe ismi Mısır'daki eğitimi­ni tamamlayıp Yunanistan'a döndüğünde kendisine verildi. Anlamı "Şifalı lşık".

Bir zamanlar Osiris'in Atlantis'te yaptığı gibi, güçlü kişi­liği ve bilgeliği sayesinde kısa sürede çevresine birçok yan­daş topladı. Baküs Rahipleri'nin karşısına dikilecek kadar güçlenen Orfe taraftarları, halk üzerinde pozitif yönde büyük bir etki alanı yaratmayı başardılar.

Orfe kendi ekolünü kurarken eski Yunan inançlarını red­detmedi. Eski inançlardaki Zeus, Diyonizos gibi ilâhlara ezoterik anlamlar yükleyerek Apolion Kültü'nün içinde bunları eritme ve bütünleştirme yöntemine başvurdu.

Bir zamanlar Delf Mabedi'nde yaşatılan Apolion Kültü, Örfe tarafından revize edilip dejenere olmuş yönlerinden arındırıldıktan sonra Diyonizos Kültü olarak da anılan bir ekol yine aynı mabette yaşatılmaya devam ettirildi. Böylelikle ortaya "Zeus" ve "Diyonizos Kültleri" orta­ya çıktı.

Aslında Orfe'nin yaptığı yozlaşan eski inançlara ait sem­bollerin asıl anlamlarını kendi öğretisi içinde Yunan'a yeniden hatırlatmaktı. Örfe kendi öğretisini halka açıklarken Mısırlı rahiplerin yöntemini kullandı ve sırları perdeleyerek aktardı. Böylece Yunan Mitolojisi'nin ana öğeleri oluşmuş oldu. Ve bunu ya­parken dejenere olmuş Ay İnisiyasyonu'nun bir uzantısı olan ve o dönemler Yunanistan'da hakim öğreti halinde bulunan Baküs Dini'ne karşılık Diyonizos Kültü'nü etkin kıldı.

Halk'ın Orfik Öğreti'den anladığıyla, bu öğretinin asıl sır­ları hiçbir zaman aynı olmadı. Zaten aynı olmamasına bizzat Örfe özen göstermişti. Çünkü Mısırlılar'ın kuralı böyleydi ve o da kayıtsız şartsız bu kurala uymak zorunluluğundaydı. O da öyle yaptı...

Orfik Öğreti'nin halka açıklanan kısmının özeti şuydu:


Kendini Bil

Bir zamanlar Delf Mabedi'nde yaşatılan Apollon Kültü, Orfe tarafından revize edilip dejenere olmuş yönlerinden arındırıldıktan sonra, Diyonizos Kültü ile birlikte yine aynı mabette yaşatılmaya devam ettirildi.

Orfe'nin Diyonizos'u inisiyeler arasında "Tanrısal Işık" olarak sembolleştirilmişti. Bu ışığa ulaşabilmek için insanın kendi içinde gizli olan bu ışığa ulaşması gerekmekteydi. Bu­nun yolu ise insanın kendi sırlarını tanımaktan yani kendini bilmekten geçmekteydi. Bu nedenden dolayı da mabedin ka­pısına iki sözcükten oluşan şifreli bir cümle yazılmıştı:

"Kendini Bil"

Daha sonraları bu söz, Sufiler arasında da yayılarak, "kendini bilmeyen Rabbi'ni bilemez" şeklinde Anadolu'da da kullanılmaya başlanmıştır...

Dört Dorik sütun üzerindeki üçgen bir çatıdan oluşan Delf Mabedi, sadece Ezoterik Öğreti'nin temellerini bünye­sinde barındırmakla kalmamış, bu şekliyle de büyük bir sırrı içinde barındırdığını gelecek kuşaklara aktarmıştır. Çünkü ma­bedin üzerine inşa edildiği dört sütün, Mu İnisiyatik Kültürü'nün temelini oluşturduğu "Dört Büyük Kozmik Varedici Gücün" sembolleriydi.

Bunlar Ruh Enerjisi, Zaman Enerjisi, Fizik Enerjisi ve Hayat Enerjisi'ydi. Dış halkaya ise bu sır: Ateş, Hava, Toprak ve Su sembollerine büründürülerek aktarılmıştır. Bu dört sütün aynı zamanda insanoğlunun varolduğu fi­zik ortamı yani dünyayı, bir başka deyişle mikro kozmosu da temsil etmekteydi. Dört sütunun üzerindeki, ucu yukarı, yani İlâhiliğe dönük olan üçgen tavan ise, insanın ulaşmaya çalış­tığı Tanrısallığın yani makro kozmosun sembolüydü. Dört ana sütun ve tepesindeki üçgen biçimli çatısı bulu­nan Delf Mabedi'nin içinde ateş yanan Altın bir kaseyi başla­rıyla tutan, birbirine spiral şeklinde sarih üç yılandan oluşan Bronz bir sütun bulunmaktaydı. Bu sütun daha sonraları Osmanlılar'ca İstanbul'a getiril­miştir. Halen, üst kısmı kırılmış durumda, İstanbul'un Sulta­nahmet Meydanı'nda bulunmaktadır.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6

MISIR İNİSİYELERİ - 3

Hiç yorum yok :
Hermetik felsefe taşını konu alan ''Argonotikler", koz­mogoniyi işleyen "Demetreid", teolojiyi içeren "Baküs'ün Kutsal Şarkıları", Ayinsel sırlara yer veren "Ruhların Perde­si", simyayı konu edinen "Dönüşümler Kitabı."

Mabette aynca dünyanın fiziksel yapısı, atmosferi, ve bit­kiler alemi ile ilgili de son derece önemli bilgiler içeren kitap­lar bulunmaktaydı.

Tanrısal Düzeni Görmek

Az sonra Oıfe'nin Öğretisi'nde Diyonizos'u görmeyle il­gili anlatımlara yer vereceğiz. Ancak bu konuya girmeden ön­ce bunun ne anlama geldiğini ortaya koymak istiyorum.

Tanrıyı görmek demek en genel anlamıyla "Tanrısal Dü­zeni Farketmek" demektir.

Tanrıyı görmekle ilgili bir anlatım Tevrat't da yer alır. Bir zamanlar Sina Dağı'nda yaşanan bu olaydan Kur'an-ı Ke­rim'de de bahsedilmiştir:

Musa'ya tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca

Musa: "Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım" dedi.
Al­lah: "Sen Beni göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalır­sa sen de Beni göreceksin" buyurdu. Rabi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü; ayılınca: "Yarabbi, münezzehsin. Sana tevbe ettim, ben inanların ilkiyim" dedi. (Araf Suresi: 7/143)

Orfe Öğretisi'nde Diyonizos'u, Musa'nın Öğretisi'nde ise Elohim'i görme isteği ezoterik bilgilere göre iki anlama sahiptir:

Birincisi: Görmek demek anlamak manasına gelir. Yani teorik olarak bu Evrensel İdare Mekanizması'na ait anlatılan unsurların ne anlama geldiğini tam olarak idrak etmek de­mektir.

İkincisi ise: Teorik olarak algılanan bu sırrın deneyimlenmesidir. Yani Örfe Öğretisi'nde Diyonizos ismiyle, Musa'nın Öğretisi'nde ise Elohim'le ifade edilen ruhsal idareci planla, doğrudan ruhsal irtibata girmek kastedilmektedir. Her ikisinde de bu irtibatın gerçekten de kurulmuş oldu­ğunu bize sunulan anlatımlardan rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Şimdi gelin Tampe Vadisi'nde yaşananların içine girip biz de o anları gözümüzde canlandıralım.

Diyonizos Bayramı

Gökyüzü ile kurulan ruhsal irtibatların gerçekleştirildiği özel günlere tüm inisiyatik çalışmalarda "Bayram Günü" denmiştir. Daha sonra bu sözcük dinsel literatürde de kulla­nılmıştır. Bu özel günler bizzat inisiyelerce tertip edilmekte ve bu günlerin birçoğuna, uzaktan izlemek kaydıyla halkın da katılmasına izin verilmekteydi. Böylelikle çekilen enerjiden herkesin yararlanması sağlanmaktaydı. Bu özel günlere katılan halk pasif bir şekilde sadece orada bulunmak suretiy­le bu yüksek seviyeli süptil ruhsal enerjilerle adeta yıkanmak­ta ve bir anlamda şarj olmaktaydı. Bu enerjilerle muhatap ol­mak herkes üzerinde anndırıcı ve şuuru yükseltici etkilerde bulunmaktaydı.

Diyonizos Bayramları adı altında düzenlenen ve adeta bir şöleni anımsatan ayinsel ritüellerde de gerçekleştirilen buy­du. Fakat Tampe Vadisi'nde düzenlenen ayine sadece özel yol mensupları dahil olabilmekteydi. Özel yol mensuplarının ha­ricinde hiç bir kimsenin buraya gelmesine izin verilmezdi. Çünkü burada diğer bayramlarla karşılaştırılamayacak dere­cede çok yüksek seviyeli enerjilerin odaklanması söz konusuydu. Bu enerjilere aurası müsait olmayanların dayanabilme­si mümkün olmadığı için böyle bir kısıtlamaya gidilme zorunluluğu bulunmaktaydı.

Orfe'nin müridine: "Yeter ki, o güne kadar auran temiz, kalabilsin. Aksi takdirde orada muhatap olacağın enerji kar­şısında felç geçirebilir hatta yaşammı dahi yitirebilirsin." de­mesinin nedeni işte bundan dolayıydı.

Orfe'nin dediği gibi eğer mürit aurasını o güne kadar ye­teri kadar temiz tutabildiyse, mabetteki bir rahibin eşliğinde ayinin gerçekleştirileceği vadiye getirilirdi.

Bundan sonrasını gelin yine hep birlikte izleyelim...

Tampe Vadisi'nde Yaşananlar

Mürit rahiple birlikte gecenin karanlığında ilerlerken, önünü zar zor görebilecek bir yolda ilerleyerek vadiye doğru yol almaktaydı... Her iki yanında yüksek sivri kayalıkların bu­lunduğu dar ve derin bir boğazdan geçip genişçe bir vadiye ulaştıklarında, uzaktaki bazı patikalardan tüm vadiye yayılan birkaç ışığın belirdiğini gördüler. Garip bir ışıktı bu. Gözleri kamaştırmayan sımsıcacık ışık dalgaları vadiye adeta akıp dur­makta ve geçtikleri yeri aydınlatmaktaydı. Ağaçların arasında oraya buraya gidip gelen ışıklar bir süre sonra ortadan kaybol­muştu.

Sadece olup biteni sanki bir rüya alemindeymiş gibi sey­retmekte olan müride bu konudaki açıklama yanındaki rahip­ten gelmişti:

- "Bunlar özel yol mensupları, demek ki yürüyüşe geçmişler. Her grubun meşaleli bir rehberi vardır. Biz de onları izleyece­ğiz."

Mürit her grubun başındaki meşaleli rehberlerinin bu ışıklan saçtığnı anlamıştı ama bu yayılan ışığın bilinen bir me­şaleden değil de, o grubun rehberinin aurasından yayıldığını daha sonra anlayacaktı. Nitekim gördüğü ışığın yapısı daha önce gördüğü meşale ışıklarına benzemediğinin farkındaydı. Ortada garip bir şeylerin döndüğünü ilk işte o zaman hisset­meye başlamıştı.

1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6