M.Ö. 427'de Atinada doğan Eflatun, gençliğinde Sokrat'ın öğrencisi oldu. Bir süre Delf'teki Apollon Mabedi'nde bulundu. Gençlerin kafasını karıştırdığı iddiasıyla ölüm cezasına çarptırılan Sokrat'ın ölümünden sonra "O'nun hakikati ifade edişindeki zorluğu şimdi daha iyi anladım" diyerek ülkesini terketti.
Bu süre içinde Anadolu'nun muhtelif yörelerinde bulunan filozof ve inisiyelerin derslerini izledi. Daha sonra Anadolu'dan Mısır'a geçti ve İsis İnisiyasyonu'na dahil olmayı başardı. Fakat bu inisiyasyonun son aşamasına kadar gelemedi. Zaten Mısır'da kaldığı süre dikkate alındığında ve bu süre Örfe ve Fisagor'la karşılaştırıldığında bunun böyle olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır.
Mısır'dan ayrıldıktan sonra Güney İtalya'da küçük gruplar halinde faaliyetlerine devam eden Fisagorcularla irtibata girdi.
Ülkesini terkettikten sonraki tüm bu faaliyetlerinin toplam süresi 12 yıldır. Ki bunun sadece belli bir bölümünün Mısır mabetlerinde geçtiği gözönüne alındığında, Mısır'daki eğitiminin ne kadar kısa sürdüğü hemen ortaya çıkmaktadır.
12 yıl sonra Yunanistan'a tekrar geri döndüğünde Akademi (Academia) ismiyle bilinen ünlü okulunu kurdu. Ünlü okulunu diyoruz çünkü gerçekten de bu kurmuş olduğu okulu, tam 900 yıldan fazla bir süre varlığını sürdürebilmiştir. Bu diğer okulların varlıklarıyla kıyaslandığında oldukça uzun bir süredir.
Edindiği ezoterik kültürün halka açıklanamayacak kısmını "Elözis Misterleri" adı altında oluşturduğu inisiyatik okulda, buna karşılık halka açıklanabilecek kısmını ise "Diyologlar" adı verilen yazdığı kitaplarla paylaşmıştır.
Yazdığı kitaplarda inisiyatik eğitimin önemini, semboller kullanarak anlatmaktan da geri kalmamıştır. Örneğin "Mağara'dan Çıkış Öyküsü" bunlardan bir tanesidir:
Hikayeleştirilmiş bir üslupla dile getirdiği öyküsünde, mağaranın girişine sırtı dönük duran ve zincire vurulmuş bir insandan sözetmektedir. Ve bu insanın gördükleri, mağaranın dışındakilerin mağaranın duvarına yansıyan gölgelerden ibarettir. Bu, dünyada kapalı şuurla yaşayan ve gerçeklerle temasa geçemeyen insanın sembolüdür. İlüzyondan kendisini kurtaramayan yani yanılgılar içinde bocalayan insanın tarifini bu şekilde yapmıştır. Buna karşılık hikayesinde bir başka insandan daha sözetmektedir. Bu insan zincirlerini kırmış ve mağaranın dışına çıkarak güneş ışığına kavuşabilmiştir.
Burada sözünü ettiği sembol ise, inisiye olmuş, uyanmış ve gerçeklerle yüzyüze gelebilmiş insanı tarif etmektedir. O, artık gölgeleri değil, eskiden gördüğü gölgelerin sahiplerini görmeye başlamıştır.
Eflatun "gölgeler" ve "gölgelerin sahipleri" sembolüyle, uyanmanın nasıl bir şey olduğunu burada çok güzel ifade etmiştir. Bu sembolik tasvir aynı zamanda uyuyan insanın da dünyayı nasıl algıladığını göstermesi bakımından bizlere güzel bir fikir vermektedir.
Bu sembol günümüze de ışık tutması bakımından önemlidir. Şu anda gerçekten de insanlık ailesi olarak büyük bir çoğunlukla bu şekilde yaşamaktayız. İşin ilginç tarafı, aynen Eflatun'un söylemiş olduğu gibi, gördüğümüz gölgelerin gölgeler olduğunu dahi anlayamıyoruz. Bu tüm algılayışımızı etkiliyor. Kendimizi, çevremizi, dünyayı, evreni kısacası tüm varoluşu hep gölgeleri takip ederek algılamaya çalışıyoruz.
Bu dinsel inançlarımızda da kendisini gösterdiği için bizler yine büyük bir çoğunluk olarak dinleri de asıl sahipleriyle değil, onların yeryüzüne vuran gölgeleriyle tanımlamaya ve anlamaya çalışıyoruz. Durum böyle olunca, dinler de bizler için gölge dinler olmaktan öteye gidemiyor.
Neyse... Biz şimdilik bugünü bırakalım ve geçmişe geri dönelim...
Narsis Mitosu
Etlatun halka açık öğretisinde bunları söylerken kendi okulunda öğrencilerine insanın kökeni ile ilgili önemli bilgiler aktarmaktaydı. İnsanın kökeniyle ilgili anlattıklarından bir kısmı daha sonraları Yunan Mitolojisi'ne girmiş olan Narsis Mitosu'dur.
Bu mitos uykuda olan insanın uyanması için ihtiyacı olan gücü kendi içinde barındırdığını anlatması bakımından önemlidir. Ama ne ilginçtir ki, bu mitos da uykuda olan insanlarca anlaşılamadığı için, bu mitosta geçen Narsis'in egoist insanın sembolü olduğu zannedilmiştir!...
Kahin Tiresias, Narsis'in ana babasına, onun kendi kendisini görmediği müddetçe uzun yıllar yaşayacağını bildirmişti. Efsane bize onun harikulade bir yakışıklılıkta olduğun söyler.
Korularda dolaştığı bir gün, su birikintisine dökülen bir kaynağın yanı başına geldi. Su birikintisine doğru eğildi ve suda kendi yüzünü gördü. Yansıyan bu çehreye hemen oracıkta aşık oldu. Kendsini bu seyirden bir türlü ayıramadı . Giderek hissisleşti, hareket edemez bir hale girdi. Sonunda bulunduğu yerde kök salarak kendi ismini taşıyan Nergis çiçeğine dönüştü.
Narsis'in kendisine aşık olması, kendisini beğendiği anlamına gelmemektedir. Burada fizik değil, fizik ötesi bir durum söz konusuydu... Efsanede Narsis bu olayı bir su birikintisinde yaşamıştı. Buraya dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Suya bakmak daha doğrusu suya konsantre olmak duru-görü yeteneğini harekete geçirmek için kullanılan yöntemlerden biridir. Bu, çok eskiden beri uygulanan bir tekniktir. Konsantrasyon araçlarından biri olan suya bakarak kehanette bulunmak, hemen hemen bütün toplumların geleneksel bilgilerinde mevcuttur. Günümüzde hâlâ görücü medyumların bir kısmı, durugörü yeteneğini harekete geçirebilmek için bir bardağın ya da bir tasın içindeki suya bakarlar.
Narsis'in üzerine eğilip baktığı su birikintisi de onun durugörü yeteneğini harekete geçirmişti... Suda gördüğü kendi yüzü değil, kalpteki Tanrı Diyonizos'un çehresiydi. Efsanede olduğu yerde hareketsiz kaldığının söylenmesi, durugörü yeteneğinin devreye girdiği andaki yoğun konsantrasyonunu ifade eder.
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
6. paragrafta adi gecen eserler "biyologlar" degil "diyologlar" dir. kucuk bir klavye hatasi olmus sanirsam. duzeltirseniz sevinirim.
YanıtlaSilyaziniz ve sitinenin genel icerigi icin ayriyeten tesekkur ederim.